22 Aralık 2011 Perşembe

kadınlar mesuud etmek için değil mesuuud edilmek için vardır...

Televizyonu hasbel kader her açtığımda ayrı bir şaşkınlık yaşıyorum.. gene bir dizi jeneriği, adam kadına ahkam kesiyor (a'da şapka var ).

" Kadınlar mesud etmek için değil mesuud edilmek için vardır".

Hop kardeşim bi dakka, kim kimi hangi nedenden mesud ediyor diyesim geldi. Şu dizi repliklerini hangi kafayla yazıp bizimle kafa buluyorlar acaba? Bunu yazan kişi sevgilisini, eşini mutlu etmek için neler neler yaptı da engin tecrübesini dizi izleyicileriyle paylaşıyor. Kesin elinde laptop çoookkk önemli bir iş yapıyormuş gibi caka satarken sevgilisine, eşine "çaaaayyy" diye seslenip onu mesud ediyordur. Tabi çok önemli ve yaratıcı bir iş yaptığı için yerinden kalkıp çay koyacak vakti yoktur. Hele "Yeğen"le başlayan bir cümle falan yazmakdaysa değil çayı, isveç masajını hak ediyordur.

 Zaten kadınların bazılarında erkeklerinin yaptığı şeylerden pay çıkartıp mutlu olma eğilimi var ki onu anlayabilmem için kafama tuğla düşmesi gerek. Kocasının yaptığı işi kendi yapıyor sanan insan türü. Asıl soru kendimizi bu kadar başarılı hissetmeye neden ihtiyacımız var? Başarısız olduğumuzu kabullenirsek ne olur acaba? kendimde dahil başarısız olduğunu kabullenebilen, ve bunu dert etmeyen, Halinden memnun ve mutlu sanırım kimseyi tanımadım.

Değil başarısız, insanlar kısa olduklarını bile kabullenemiyorlar! İlla 20cm topuk giyecek, kardeşim sonuçda kısasın işte, istersen sopa tak üstünde yürü özünde kısasın. 40'ına girerken kısa olduğunu kabul edip yıllar sonra ilk defa babet giyen birini tanımıştım. Babet ne rahatmış derken yüzünde oluşan ifadeye bakıp güldüm, ama içimden... Olduğun gibi mutlu olabilmek zor iş...

10 Aralık 2011 Cumartesi

ya birazdan bir anda çok eğlenirsem...


Ne zaman şöyle güzel bir canlı müzik dinleyeyim diyip bilmediğim bir gruba gitsem baltayı taşa vuruyorum. "Burada çıkıyorsa kesin iyidir" "hemde yabancı" gibi şark usulu yöntemlerle grup dinlenmeye gidilmez. Adamlar yapmış youtube'u üşenme aç izle. Nitekim harika bir müzik beklentisiyle gittiğim caz klüp'de incecik sesiyle romantik şarkılar söyleyen bir kızcağız vardı. Fazlaca sıkıldığım zamanlar  mekanlar ve insanlar zihnimde şekil değiştiriyor.. Bir anda bambaşka bir hale bürünüyorlar.. İki şarkı sonra burasıda kafamda şekil değiştirmeye başladı... Bir anda 1950'lere gittim, kızın başına bir şapka, eline kare mikrofon, dabdibidibidupdup diye inceden bir şarkı söylüyor. Herkes makyajını, ceketini, topuklusunu giymiş şarabını eline almış gülümseyerek kafalarını metronom gibi sağa sola sallıyorlar... dabdibidupdupdibi... Benimse elimde bira... Caz klüp beni bünyesinde fazla tutamadı tabiki.

Kendimize gelelim diye bildik bir yere gittik. Oda ne, o gün içeride bir dımtıs havası. Dedim sorun kesin bende. Nereye gitsem bir uyumsuzluk hali. Aslında bazen bu uymsuzluklar hoşuma gidiyor. Hani birisine bir etiket yapıştırırsınız kafanızda, bu kesin ağır abidir, ceketli, sıkıcı, kasıntı... Sonra bir bakarsınız hareketli,sempatik, kareli gömlekli, zıpır birisi. İşte oradaki uyumsuzluğu seviyorum. Birde lost'taki sawyer'ın ufacık tefecik içi dolu turşucuk bir asyalıyla evli olduğunu öğrendiğim an ki uyumsuzluk var. İşte o ağır dumur içeriyordu ama o uyumsuzluğu'da seviyorum... Sanırım genlerimize rol model emilim fonksiyonu eklenmiş, ellerimizde etiketler hazırda bekliyoruz. Birilerni önce etiketleyip, sonra eleştirip, sonrada aynısını yapıyoruz. Terk ettiğin adama aşık olmak gibi.

Şu etiket işini herkes gibi bende yapıyorum. Bazı meslek gruplarından arkadaşım bile yoktur duyunca koşarak kaçarım. İlkel ötesi ama bazı isimlerden de çok irite oluyorum. Mesela etiketlemede en uç noktam 4 odtü'lü bir masada oturuyorsa asla 5. olmam, gene koşarak kaçarım. Hemen kendimi aklayayım, koşarak kaçmak bir derece anlaşılabilir, kimseye zararı yok. Ama eleştirmeye başlıyoranız orada sorun başlıyor. Birilerini eleştirirken o özellikleri kendimize kopyalıyoruz galiba. Belkide bu yüzden işler ve karakterler özdeşleşiyor. O surat asarak çalışan ilk banka müdürü yüzünden onu kopyalayan bir sürü banka memuru oluşmuştur ve bu nesillerdir aktarılıyordur.. aktarılıyordur.. aktarılıyordur.. akarrr..akar..akarr.. Billur tuz gibi...
Müzik bir türlü istediğim ayara gelmeyince mekan gene şekil değiştiriverdi. Fabrika ayarlarımıza ekli olan arabesk bir düzleme geçtim. Bir ses "herkesi mutlu edemiyoruz ama bir yerden başlamak lazım" dedi gülümseyerek. Aslında belkide gülümsemeyerek ve kibarca ama gülümsese fena olmazdı. Bende "senin elinden bir mojito içerim o zaman dedim". O an Ümit Besen ve İlhan İrem kolkola bir şarkıya başladılar "İşte hayat yine akıp gidiyor...." Tam kendimi hani o kumsalda gezen adam tarafından denize atılmış o tek bir denizyıldızı gibi hissederken arkadaşım "daldın sen gene, hadi gidelim artık" dedi  gittik.

Kıssadan hisseye; caz klüp'de bira içilebiliyor, şarap söylemek zorunda değilsiniz. Para verdim diye bir konseri sonuna kadar izlemek zorunda değilsiniz. Bir kere sıkıldıysanız eve gidin uyuyun, "ya birazdan bir anda çok eğlenirsem" diye bir opsiyon yok ama şöyle bir şarkı var :) Hem kesin ben çıktıktan sonra herkes çok eğlenmiştir...



14 Kasım 2011 Pazartesi

sessizlik....

Sessizlik.... Tam bir sessizlik.. Kendi düşüncelerinin sesini duyabilmek için ihtiyacın olan şey. Gün içindeki gürültü patırtıdan uzak.. Herkesin sustugu zaman ancak duyabildiğin en dürüst sesi, hatta fısıltıyı duyabilmek için ihtiyacın olan şey. Sana cevapları vermesini umduğun ama bir türlü dinlemek istemediğin iç sesin. Belkide görmek istemediğin şeyleri göstermesinden korktuğun ya da dediklerini yapması cesaret istediği için kaçtığın ama en ufak bir sessizlik anında yakana yapışıveren iç sesin.

Bazı insanların sarhoş olmadan uyuyamamasının, yalnız kalmaktan ölümüne korkmalarının, sırf evde ses olsun diye tv'yi açmalarının belkide baş nedeni. Kendi kendiğimize kaldığımız anlardan korkmak.. Çok saçma ama var işte.. Kendi adıma ben korkmuyorum ama kendiyle başbaşa kalmamak için çok saçma şeyler yapan arkadaşlarım var ve bu yazıyı onlara itaf ediyorum.

Ben korkmuyorum da herşeyi çözdüm, iç sesim ne derse dinleyip onu mu yapıyorum? Tabiki hayır, çünkü onun dediklerini yapmak cesaret ister ve ben bazı zamanlar statükocuyumdur. Biraz afili oldu bu cümle, daha doğrusu yemiyor olacaktı. Kendisini bazen hayal perest buluyorum. Sizinkini bilmiyorum ama benimkinin "İşe gidiyorum diye evden çık, kapağı güney amerika'ya at" demişliği bile vardır. Böyle bir iç sesi nasıl dinleyeyim ki? Kendisinin zoruyla ispanyolcaya başladım, muhtemelen bir ara güney amerika'ya da gider 1-2 hafta takılırım o kadar. Yani kendisini dikkate alıyorum ama mantığımın da bir sabrı var. Başlarım iç sese, az yede para biriktir diye isyan bayrağını çekerse iç savaş çıkar, hepten bölünürüz.

Bildiğim tek şey gecenin sessizliğini çok sevdiğim.. Kendimle başbaşa kaldığım, dışarıyı dinlemeyi brakıp kendimi dinlediğim, bir yerden sonra kendimi dinlemeyi bile bırakıp sessizliği dinlediğim güzel geceler.. İyiki varsınız...

10 Eylül 2011 Cumartesi

ara tara

Hani ne istediğini ne aradığını bilmediğin zamanlar vardır ya..kötüdür.  Bazen de ne aradığını bildiğin ama bulamadığın zamanlar vardır...Daha da kötüdür... Ama en kötüsü galiba aradığını bildiğin ve bulduğun ama bulduğunu fark etmediğin zamanlar...
Mesela Marco polo, adam düşünmüş taşınmış dünyayı keşfedicem yeni kıtalar bulacağım demiş. Ne güzel, ne aradığını biliyor. Ama koskoca Amerika’yı bulup bulduğunu fark edemiyor. Bundan kötü ne olabilir ki... Sen yıllarca ara tara hem de bul ama anlama. Şimdi o Amerika’yı bulamadı diye bizim de önümüze gelen yakınımızda duran şeyleri fark etmeden geçmemiz şart mı?
Eski sevgilileri evlenince hayıflanan arkadaşlarınız var mı sizin de? Şimdi başkası beğenince dönüp bir bakası geliyor bu adam da ne vardı diye. Arkana bakacağına dön önüne bir bak. Belki önünde hayatının aşkı duruyor, yok nerdeee ille arkamıza bakacağız.
Ya da alışverişe çıkan ama ne alacağını bilmeyen arkadaşlarınız var mı? Mesela o kısmı hiç anlamam. Alışveriş yapmanın iki türü olmalı: ya aklında bir şey vardır, eksik gördüğün almak istediğin ya da öylesine dolaşırken vitrinde bir şeyler üstünde sizin adınız yazıyomuş gibi parlar. Hiç aklında yoktur ama alıverirsin. Ama öyle durup dururken saatlerce kendini zorlayıp illa da alışveriş olsun çamurdan olsun diye bir şeyler almak da ne? Zaten saatlerce bakman gerekiyorsa beğenmemişsin demektir.
Aslında ben genelde ne istediğimi bilirim, genelde aklımda bir şey olur. Ona uygun bir şey bulunca da hemen anlarım. Alışveriş için süper bir özellik ama işin içine insanlar girince durum biraz daha zorlaşıyor. Karşındakini de ikna etmen gerekiyor aradığın benim diye. Çalışmaya ilk başlayacağım zamanlarda çok eğlenceli  gözüken bir işe başvurmuştum ama görüşmeye çağırmamışlardı bile. Halbuki mektup bile yazmışım adamlara, hiçbir şeyi atmadığım için taşınırken buldum. Sonra uzakdoğu rehberi olmak istemiştim bir arada, gözüme kestirdiğm bir acenta vardı. Ben ne istediğimi bilsemde gidip konuşacak cesaretim yoktu o zamanlar. Aslımda şimdi var mı diye sordum kendime bir an, bilmiyorum, sanırım hala yok.  Sonuçda aradığını bulduğunu bilsende sonuç  fiyasko olabiliyor.
Tabi tuttuğunu koparan inan modeli de var yeryüzünde ama henüz o kısmı çözemedim. Eğer bir gün çözersem başarının 10 sırrı, istediğini elde etmenin 5 yolu falan gibi daha ilgi çekici yazılar yazarım elbet.  Ben insanların kendi iç yolculuklarını tamamlamasından yanayım genede. Herkesin başarısının,mutluluğunun 10 sırrı kendi sırrı olmalı. Yoksa korkarım ruhsal dünyalarımızda aynı estetikçiden, aynı kuaförden çıkmış kadınlarla aynı konuşma  koçundan ders almış sunucu, siyasetçiler gibi birbirinin aynı olacak.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Gökçeada ve Kitesurf...

                                             
                                                                                                       
Bazı şeyler ilk gördüğün anda aklına düşerler, evet dersin bir gün bunu yapmalıyım.. Sonra zaman geçer, tekrar karşına çıkana kadar unutur gidersin. Sonra tekrar görürsün bir yerde, bir yazıda, bir blogda dersin ki evet evet bunu bende yapmalıyım. Sonra tekrar zaman geçer.. Eğer bu senaryo sana tanıdık geliyorsa silkin ve kendine gel derim. Çünkü bir ara ve bir zaman asla gelmez. Birisi size bir ara yaparız, bir ara görüşürüz derse koşarak kaçın derim. Ama siz kendi kendinize bir ara yaparım diyorsanız, hiç yapayacağınızı kabul edin hayat daha kolay olsun..

Bende Kite'ı ilk gördüğüm an evet dedim bu yapmak istediğim şey, o hevesle bir iki araştırdım ama yapılan yerler çok kısıtlıydı, pahalıydı, oydu, buydu derken yıllar geçmiş yapıcam dememin üstünden. Bunun tek iyi tarafı kite biraz daha yaygınlaşmış, hoca sayısı artmış veeee Gökçeada'da sörf okulu açılmış. Görür görmez balıklama atladım ve aynı haftasonu bir sörf turuna dahil olup gökçeada'ya gittim.
                                
İstanbul'a Bozcaada'dan daha yakın olmasına ve daha büyük olmasına rağmen daha az gidilen bir ada Gökçeada. Ulaşım olanaklarıda nispeten daha kısıtlı, Eceabattan arabalı vapurla ada'ya geçiş yapabilirsiniz. haftasonu giderseniz sınırlı sayıdaki vapur için uzun bir kuyrukta beklemeniz gerekebilir.

Gokceada'nın bu kadar rüzgarlı olmasının nedeniyse gene bir efsaneye dayanır Safak Tanrıçası Eos'a aşık olan Rüzgar Tanrısı Eolos Kardeşi Makeresun önce davranıp Eos ile evlenmesine cok kızmış ve Onu Kovmuştur. En yakın arkadaşları Eolia ve Poiras'ı, Kral yapmıştır. Sert rüzgarların bekçisi Eolia Kaz daglarında yanında diger arkadaşı Kuzey Rüzgarları Poiras Gökçeadada nöbete gitmiş. Sürekli sert Rüzgarlar estirerek Makeros'un ve Eos'un gelmesini engellemekteler. Bu sert rüzgarlarda hep bir hainlik sezerdim zaten...

Rum ve Türk koylerinin bulundugu Gokçeada da konaklamak için pansiyonlardan birini seçebilirsiniz biz Aydıncık koyunda bulunan Gökçeada sörf okulunda kaldık. Otel mimarisi ve odaları çok güzel bulunduğu koyda yüzmek ve sörf yapmaya uygun. Merkeze ve gezilmesi gereken rum köylerine uzak olduğu için bir turla veya şahsi arabanızla gitmiyorsanız kalmanızı tavsiye etmem. Yemek ihtiyaçlarınızın tümünğ otelden karşılamak zorunda olduğunuz halde menü fiyatları çok yüksek ve yemekler aynı oranda güzel değil.

Adada hala az bir Rum nüfus var Rum ve Türk köyleri farklılık gösteriyor. Gezmek için Rum köylerini tercih etmeniz gerekiyor. Bademli, Zeytinli, Tepeköy ve Dereköy  kentsel sit alanı ilan edilerek koruma altına alınmış Rum köyleri. Bu köylerde nüfusun çoğunluğunu hala Rumlar oluşturuyor. Biz Zeytinliköy ve dereköy e gittik.

Dereköy... 


 
Köye girdiginiz anda yogun bir terkedilmislik havası sarıyor sizi. Yıkılmaya yuz tutmus bir evin yanında beyaz perdeli yasam dolu bir ev görebiliyorsunuz. Hergün bu kadar terk edilmiş hissettiren, boş sokakların oldugu bir yerde yaşayamazdım ben galiba. Zaten bir iki yaşlı amca ve teyzeden baska kimseylede karsılasmadım. Floransa, Roma icin derler ya acık hava muzesi gibi. Dereköy'de acıkhava yalnızlık muzesi.. Tas evlerin, kırık merdivenlerin, bos sokakların arasında dolasırken evlerin eski sahiplerini ve civil civil sokaklari dusunmeden edemiyor insan. Ne de olsa zamanında adanin en büyük ve kalabalık köyüymüş. İçerisinde 22 kahve, 2 sinema, çok sayıda berber, bakkal, terzi gibi dükkanlar ve 3 zeytinyağı imalathanesi bulunurmuş. Hic akıllarına gelirmiydi ki onca hayat dolu köy bırgün bosalacak ve biz ellerimizde makinalarımız, kırık kapıların onunde sırıtıp, oturup havalı fotograflarımıza dekor olarak kullanacagız. Hüzünlü yerlerde cekilen gülen insan fotografları hosuma gitmiyor. Kaldırımlarında yürürken her tasında bir anlam bulabileceginiz, sizi düsündüren bir güzelligi var dereköy'ün.

Zeytinliköy...

Madamın Dıbek kahvesı

Derekoy'un aksine adanın hayat dolu ve yapısını koruyabilmiş köylerinden bir tanesi. Arabaların bırakıldığı  noktadan ufak bir yürüyüşle köyün meydanına geliyorsunuz. Etrafı kahvelerle çevrilmiş ufak bir meydan. En ünlüsüde madamın dibek  kahvesi. Romantik bir insan olmadığım için size gerçekleri söyleyeceğim. Madam artık aramızda değil kahveyi Rum bir aile işletiyor ama Madamın kahve yaptığı ve bugün halen kullanılan dibeği görebilirsiniz. Madam olsun omasın biz meydana bakan masamıza yerleşip tahta bankların üstünde keyifle kahvelerimizi yudumladık. Meydanı dolduran turistler olmasa kendinizi zamanın içinde kaybolmuş durmuş hissedebilirsiniz. Aynı meydanda yıllarca otursam belkide zaman gerçekten durur bir süre sonra hala dinç bir şekilde etrafda dolaşan genç bakışlı yaşlıların sırrı da budur belki. Kesinlikle Gökçeada ya daha boş bir zamanda gelip zamanın duruşuna şahit olmak gerek.

Uğramanız gereken bir diğer yer Barba Hrısto. Burada Hristo nun ve karısının elleriyle yaptığı sakızlı muhallebi ve dondurma yı yemeniz gerekiyor. Ben özellikle dondurmayı cok başarılı buldum. barba Hristo nun eski beşiktaşlı oyunculardan olduğu söylensede buda bir ada efsanesi çünkü Beşiktaşlı oyuncu seneler önce vefat etmiş ama derlerki adadaki Hristo nun onun adına ödül almışlığı bile varmış. Nerde Aziz Nesinlik bir hikaye duysam hemen inanırım zaten.

Kaleköy...

Şöyle akşam bir balık lokantasına gitsem diyorsaniz ufak bir limanı olan Kalekoy'u oneriyorlar. Yukarı kalekoy ve assağı kalekoy diye iki'ye ayrılıyor. Ufak bir tırmanısla yukarı kalekoy'e ulasabilir ve eski kalenin kalıntıları arasında adanın en güzel gün batımlarından bir tanesine eslik edebilirsiniz. Karsınızda gordüğünüz gun batimina eslik eden diger ada Semadirek adasi. Yukarı çıkarken göreceğiniz Yakamoz restaurant'da harika manzarası nedeniyle aksam yemekleri için tavsiye edilen mekanlardan. Assağı kalekoyde ufak bir liman, hediyelik esyaların

satıldığı minik bir pazar ve yemek yiyebileceğiniz lokantalar var. Ada insanının sakinliginden, buradaki hayatın yavaslığından olsa gerek yemek servisleride inanilmaz gec gelebiliyor. O yuzden mumkunse en bos olan lokanta'ya oturun. Limandaki lokantaların icinde en cazip olanı "son vapur" gibi dursada ben kesinlikle tavsiye etmiyorum. Malesef ada'da olmamıza ragmen bize fiks menu ve deniz levregi önerdiler ve genel olarak yavaşlığın otesınde kaba buldum.

Kite... Kite... Kite!!!


Hic bir zaman sert rüzgarları çok sevmedim, insanı hemen bir çarpar, bir sersemeltir ama Kite surf benim icin bu sert rüzgarlarla barısmak demek. Su ana kadar aldığım ufacik baslangıç eğitimimle bile anladım ki rüzgar nasıl eserse essin sen kite'i dogru açıda tuttugun surece sadece senin istedigin yone gidersin. Rüzgarda uçusan tüyler gibi kolayca bir o yana bir bu yana giden insanlari gordukce sanki elime alsam hemen suzulmeye basliyacakmisim gibi hissediyorum. Ne zaman ki kite'i elime aliyorum, diger insanlari kolayca tasiyan parasut bir hırçınlasıyor, bir sağa bir sola savruluyorum. Henüz baslangıç aşamasında olduğum için bu haylaz kite'in huyuna gitmeyi elbet ogrenirim diye düsünüyorum.Sanırım kullanmaya baslarsam kendisiyle uzun bir birlikteligimiz olacak..

Baslamak icin Radikal tur'dan baslangıç egitim paketi aldım. Paket olarak almak avantajli oluyor, ders harici zamanlarda yaptigimiz ada turuda gayet iyiydi. Gerci 6saat sonunda henüz board'a çıkmayı başaramadan ders bitti. Boyle bir paket bulmadan ders almak Gökceada'da daha pahali. Kite derslerinin saati 150tl iken, Alacati ve Gökova'da 100tl'ye ders alabiliyorsunuz. Alacati'da ders aldıgım parasut ve hava kosulları'da baslangıç icin daha uygun gibi geldi. Gokçeada'da cok zorlandıgım bazi hareketleri Alacatı'da kolayca yapabildim ama Alacatı'ya kesinlikle sezon dısında gitmek lazım cünkü alan cok kücük ve cok kalabalık. Istanbula yakınlıgı nedeniyle Gokceada kesinlikle guzel bir alternatif, biraz ogrendikten sonra Gokceada cok daha keyifli bir hale gelir diye dusunuyorum.
ilgilenenlere kolaylik olsun: http://www.radikaltur.com/

19 Temmuz 2011 Salı

yaramaz palyançolar...

kendinle tanışabilmek için ne yapman gerek? Uzak bir ülkeye göç edip herşeye sıfırdan başlamak mı, quantumdu reikiydi kendini ruhsal ticaretin kollarına atmak mı, bilmemkaç sene emek verdiğin evliliğin bir günde bittiğini görmekmi, sen yıllarca emek vermişken bir şirkete yeni gelen güzel kızın müdür olduğunu görmekmi... Neden hep bir bitişin ardından küllerimizden doğmak zorundayız? Hiç kötü bir şey olmadan, herşey yerli yerinde dururken kendimizle tanışabilsek keşke..

Sanırım her şey yerli yerindeyken düzeni bozmaktan korkuyoruz. Hani bu çarkda tıkırında dönüyor, bozarım kurcalarsam korkusu. Halbuki her dönüşte orda takılan bir dişli var, gıcır gıcır sesler geliyor, belki o halde sonuna kadar idare edebilirsin. Ama bir de o dişliyi değiştirsen, çok daha hızlı, güzel rahat dönecek o çark.. Ya bozarsam korkusu işte.. Dokunmaya korkuyoruz. Ne zamanki çark patlıyor, ortalık darma duman.. Başlıyoruz taşları sıfırdan yerine koymaya, en önemliside elimizdeki malzemeyi tanımaya.

Bugün uzak diyarlara göç etmiş bir arkadaşımla buluştum. Kendisiyle yeniden tanışmış, taşlarını yerine koyan.. Bir yere göç etmesek de alışkanlıklarımızı, inançlarımızı, ön yargılarımızı sorgulamamız gerek diye düşünüyorum. Herşeryi yanlış yapıyor olamayacağımız gibi herşeyi doğruda yapıyor olamayız.. Kendine bir bakış atmanın ne zararı olabilir ki...

Tam doğru yanlış yaptıklarımı, kendimi düşünüyordum ki.. Bir arkadaşım oyuncak palyaçosunun kırık ayaklı resmini koymuş. Benimde aynı palyaço serisinden vardı. Tam 9 tane. Yaramaz palyaçolar diyorduk kendilerine çünkü kolları ve ayakları kırılabildiği için çeşitli şekillere sokabiliyordun.. Bazısı koltuğa tırmanıyordu, kimi rafları gözüne kestiriyordu. Evimin neşe kaynağıydılar kendileri. Tek kusurları hediye olmalarıydı. İnsanları hayatından çıkarırken hayatının bir kısmınıda hayatından çıkarman mı gerekiyor? Sonuçta onlar senin palyançoların, seni mutlu ediyorsa sende kalabilir. Zamanında onları hedye etmiş kişinin benim için hala bir önemi yok ama arkadaşımın resmini görünce şu an o palyançoların benim raflarımda duruyor olmalarını istedim.Yanlış yaptıklarım listesine gereksiz gururu ekliyorum bu akşam itibariyle...

3 Temmuz 2011 Pazar

öylesine bir pazar...

Mutlu olmak için neye ihtiyacın var? Evdi, arabaydı koydun bir kenara farzet. Mesela bankada milyon dolarların varmış, şu oturduğun "an" da belki de bu yazıyı okuduğun "an" da mutlu olmak için neye ihtiyacın var? Paracıklarını kıçının altına yastık yapamayacağına göre rahat bir koltuğa hatta yere attığın bir tanecik mindere
 ihtiyacın var. Tabi bir tanede sırtına, ettimi sana iki minder. Sonra şu an oturduğun yerini rahatlığını hissedebilecek bir zihne ihtiyacın var. Zihnini binbir çeşit düşünceler, kendine güvensizlikler, kavgalar, hinlikler ve daha nice geçici şeylerden sıyırıp buraya getirebilecekmisin? Yarın ya da akşam ya da beş sene sonra ne yapacağını düşünmeden sadece şu oturduğun minderin rahatlığını hissedebilecekmisin? Bence zihninin yükünü hafifletmeye yardımcı olsun diye bi şarap açsan olur. Şöyle tatlılarından,hem ağzın tatlansın.. Birde ışığa ihtiyacın var, yakıcı olmayan, ama etrafını tamamen aydınlatan bir ışık.. Tatlı bir akşam güneşi batıyor olsun bir yerlerde, sen batışını görmesende yumuşak ışığından anlarsın günün bitmekde olduğunu. Mademki bu günde bitiyor, güle güle demeli kadehimi kaldırıp. Bir de müzik olsa, neşeli bir melodi. hafif bir esinti ve hafif bir müzik kadar iyi bir ikili tanımıyorum. Kafanı kaldırıp bakabildiğin en uzak noktaya bakarsın, orada uzakta bir köy olduğu için değil, keşfetmek için değil, öylesine. Her şeyin bir amacı olmak zorunda mı? ben öylesine yaptığım şeyleri seviyorum.. Öylesine bir arkadaşımı aramak, tanıdığım birine komik bir mesaj atmak, annemi öylesine aramak bir sesini duymak, öylesine tanımadığım birine günaydın demek ya da öylesine sokağa çıkıp yürümek.. Hep bir amacımız olması gerektiğini kim öğretti bize? Bir amacın olursa iyi haber eninde sonunda onu elde edersin, kötü haber tadını bile çıkaramazsın çünkü yeni bir amaç bulman gerekir. Hayatımın sonuna kadar bir amaçdan diğerine koşmak istemiyorum. Şarabım müziğim esintim olsun, önümde hep ufuk çizgisini görebileyim, birde sevdiklerim yakınımda olsun çünkü huzuru bile paylaşmak gerekir :) iyi pazarlar...

22 Haziran 2011 Çarşamba

hayatım paket paket...

Hayatımın bir bölümü daha kapanıyor ve ben taşınıyorum..İlk aşama kolileri toplamak. Kaç koli bir ben ederim ki? Aslında bir sırt çantasının bir ben ettiğim zamanlara kıyasla bayağı bir kök salmışım. Bir yandan yürüyüp bir yandan taşınma matematiği yaparken Mp3umde yer alan zilyon tane şarkının içinden çala çala ilhan irem "işte hayat" çalıyor.. Tıpkı olabilecek bütün olasılıklar içinde bu bölümün benim taşınmamla son bulması gibi. Halbuki neler neler olabilirdi. Şu an oturduğum  kum parçasında bir lamba bulsam ve  bir dilek hakkım olsa; Şu paralel evrenleri bir göreyim hocam derdim.. Bazı insanların hayat çizgileri düzdür, nettir. Genelde önlerinde en fazla bir iki seçenekleri olur, öyle kafaları fazla karışmadan mutlu mesut yaşarlar. Bir de benim gibi her düzlüğe çıktığında bir çomak sokan, her anı seçimlerle geçen, birini yapsa diğerinde aklı kalan insanlar var. Sonra o kadar çok olasılık icinden neden bu seçimi yaşadığımı merak ediyorum bazen, o yüzden şu paralel evrenlerimi bir görsem belki anlardım seçimlerimim bir kerameti varmı yokmu... Toplanmak benim için günler süren bir seremoni, yıllar içinde biriktirdiğim her eşyayı, her kağıt parçasını, her notu tekrar elden geçirip okuyarak geçirdiğim saatler demek. Eşyalar elden geçerken beraber geçen yılların muhasebesi de yapılıyor bir yandan. Benimle kalması gerekenler, gitmesi gerekenler ve acilen çöpe atılması gerekenler. Acilen çöpe gitmesi gereken ne kadar çok şeyi kendinde tuttuğunu fark ediyor insan.
Caddebostan sahilinde kumlarımla,akşam güneşimle,her yürüyüşde kahve içtiğim taburemle,yanından korkumu belli etmemek icin gözlerine bakarak geçtiğim köpekcikle vedalaşıyorum.. Vedalaşıyorum da noluyor, köpekcigin umru değil.. Olsun ben elmayı seviyorum diye elmada beni sevmek zorunda değil ne de olsa.. Hem İşte hayat yine akıp gidiyor...

1 Haziran 2011 Çarşamba

Mesele treni kaçırmak değil kaçtı derken yakalayabilmektir yeğennn...

Geç kalmış olmak hayata... Pek çok insan hisseder bu duyduyu.. Yapmak istediğin o kadar çok şey vardır ki.. Hep bir şeylere geç kalırsın.. Ama bugünkü hikayemiz zamanı tersine çeviren insanlar hakkında.. Yaşına başına bakmadan zamana, koşullara aldırmadan delice bir fikrin peşine takılıp alkışı toplayanlara geliyor..

Çünkü bir grup çalışan insan olarak bütün koşulları zorlayarak bir oyun çıkardık ve alkışlar hala kulağımda.. Aslında öylesine başlamıştık çalışmalara.. İş çıkışı gülelim eğlenelim derken bi baktık hocamız hadi oyun çıkaralım dedi. Evet dedik ama ben şahsen pek inanmadım. Söyle bir baktım ekibe; yok biri hasta, diğerinin çocuğu bekler, öbürü tanzanyada içimden üç güne dağılır bu ekip dedim. Neyse ki hocamız bizden daha inançlıymış. O zaman gördüm ki bir kişinin bile inanması bazen bir şeyleri değiştirebiliyormuş! Kendimi düşünüyorum, bazen hemen nasıl pes ettiğimi, havluyu atıverip köşeme koşmak için nasıl da bir işaret beklediğimi... Bizim hocanın azmini bir kere daha takdir ediyorum.. Bir şeye inanmak ve inandırmak.. Karşındaki insanların içindeki en iyi şeyleri ortaya çıkarabilmek..
Birde o kadar özlemişim ki amatör ruhla yaptığım şeyleri.. İmece usulü herkesin bir şeyin ucundan tutmasını, bir gıdım faydalı olabilmek için çaba harcamasını. Üniversite yılları işte bundan güzeldi galiba.. birisinin sınavımı var hadi hep beraber otur, birisine maket mi yapılacak hadi topluca sabahla, menemeni bile10kişi yapardık nerdeyse. Hani biri tutmuş diğeri yakalamış öbürü pişirmiş... Bizim oyun da aynen öyle oldu. Hele ki perde açıldı.. Demişlerdi bize karakterler içinizden fırlar diye gerçekten de fırladı ve bütün salona yayıldı. Oyunumuz bitti ama tebrikler bitmiyor tabi bizim yüzümüzde ki gülümseme de.. Sadece oyun için değil bu duyguları bana tekrar hissettirdikleri için, buna dokunan herkese teşekkür ederim.. işte hayatın süprizleri! bazen en güzel anların acı bir haberler biter, bazen tam insanlardan ümidini kesmişken bir dost kapını çalar, bazen bu tren kaçtı derken bir anda kendini sahnede bulursun bazen de kim bilir..

Broşürden arkadaşımın yazısı: "Ömrün baharı geçti bu tren artık kaçtı diye düşünüyordum amma şükür ki sizlerle yakaladımç Makiniste ve bizi uğurlamaya gelen herkese çok teşekkürler. Umarın son istasyon olmaz"

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Bir ara ne ara?!

Aslında hayat cok basit olsun diye tasarlanmıs. Topu topu 3-5 tane temel ihtiyacimiz var ama bu  sekilde cok sıkıcı olacagı dusunulmus olmalı ki karısık bir sinir sistemi ve duygu agıyla dengelenmis heyecan katsın diye. Mesela acıktın, aslında yapman gerek sey tabiki kalkıp yemek yemek, ama yok o kadar basit olmamalı. Once bir saat düsüneceksin ne yesem, sonra kimle yesem, acaba hemen mi yesem daha cok acıkmayı mı beklesem... Peki midene sorsan farkı farkettimi?

Zaten basit seyleri yeterince karmaşık hale getiren bir fiber kablo agına sahipiz ama bu da yetmemiş sıkıcı hayatlarımızı renklendirmeye.. Birde ertelemeyi huy edinmişiz, kararsızlığımıza kararsızlık katalım diye, ne de olsa kaos olmadan düzen de olamaz. Bir sey mi yapmamız gerekiyor.. Aceleye ne gerek var, bir ara sagolsun. Kendimize güvenimiz tam nasılsa bir ara yaparız, birinimi arıyacağız nasılsa bir ara ararız.. Peki şimdinin nesini begenmediniz ki? Olsun.. Ha şimdi ha bir ara..

Gerçi bazen acelenin batı toplumu hastalıgı oldugunu düşünmüyor degilim...Cok sabırsızız ve beklemeye tahammulumuz yok peki ama nereye yetişiyorsun ki.. Yemegi yemişsin mesela, herşey süper hesap iki dakika gec gelse, garson seni es gecse sinirler hemen tepeye zıplıyor. 2. kadeh sarabı 5 dakika gec icsen olecekmisin, bozma sinirini, tadini cıkar... Bir yere mi gidilecek, herkes saat 8:00 de kapıda olma yarısında.. Bosver 8 olmazsa 9 olsun, ne var...Endoncada "Santai" diye bir terim var, "rahatla" demek. Hesap istedin gelmedi mi hala, garsonun cevabi "santai".. Batılı egon once bir sinir yapıyor ama neyse ki akdeniz kanı da var, cabuk uyum saglıyorum yaymacı durumlara.. Bosver tadını cıkar az rahatla..

"Bir ara" yla baslayan cumlelerime bir baktım gecenlerde.. Onlarda bir "santai" huzuru bulabilirmiyim diye.. Ama rahatla tadını cıkar durumu yok da karar verememe, ne yapacagını bilememe, yani bir sıkıntı tınısı var sanki bir aralarda.. Aslında bir arayi bazende kibarlıktan kullanıyorum, hani bir seyi istesemde karsımdaki insanı zora sokmamak, hani isini gucunu bırak benim istedigimi yap dememek icin.. Kendi zamanında yapsın istedigi seyleri diye..Sanırım o yuzden bir ara dedigim seyler sarpa sarıyor, seni sınırlayıp kısıtlamaya baslıyor. Otobanda gittigini sanırken yol patikaya donusuyor. Sanırım "bir ara"ları "ilk fırsatta" ya cevirmek lazım ki otobana donesin, ilk fırsatta güzel kelime sevdim ben şahsen... peki sizin "bir ara"larınızı "ne" ara? kırmızı kar yağınca mı, ilk fırsatta mı ?

27 Nisan 2011 Çarşamba

emin olsak da mi saklasak..olmasak da mi kacsak?!?

Her sabah kalkarsın, elini yüzünü yıkarsın, aynı monotonlukla dişlerini fırçalarsın v.s. v.s. bir önceki gün belki yatmadan ufak bi hayal kurmuşsundur patronun sana bir gülse, sevgilin sana bir dönse, eşin akıllansada şu borçları ödese... Yıllarca aynı hayalleri kuran insanlar tanıyorum... Peki sıkılmadık mı aynı hayalleri kurmaktan.. Aslında pek sıkılanan da olmaz çünkü olduğun yer güvenlidir.Bütün sorunlar bu güven meselesinde kitleniyor sanki.

Belki de akşam o sıkıcı hayali kurmasan, hatta kaçsan bir tatile çıksan... Süprizleri neden hayal etmez ki insan.. Bilmediği şeyi hayal edemez de ondan. Aksi ispatlanana kadar dünya düzdür. Biz daha da düzüz. Belki de o gün sana güzel bir süpriz hazırlar.. Peki sen ipleri elinden bırakmaya hazırmısın? Sansla ilgili yapilan bir deney'de yola para birakmislar ve kendini şanslı sayan insanlar para'yı daha yüksek bir oranda bulmuşlar. Şanssızlar görmemiş bile. Bir de paranoyaklar var. Parayı bulsa almaz orda bırakır. Kimbilir kimin parası, şimdi başını belaya mı soksun. Sonra da gider 5 gün neden almadım diye kendine kızar. Ne güzel para bulmuşsun, ay ne şanslıyım desene bir kerede. Yok ilk cümle ben şimdi bununla ne yapıcam.. N'olcak yemeyenin malını yerler... Aslinda sanssizlardan olmak daha kolay sanirim, en azindan aldiydin almadiydin kafani yormuyorsun, sonucta cehalet mutluluktur diye bosuna dememisler...

Bazen de sen hazır olmasan da süprizler seni bulur. ipleri elinden bırakasın gelir, hadi bir denesem nolcak ki ölümlü dünya dersin tek bir an.. Ama emin olma şansın yok ki. Zaten mutlu sonla biten süpriz yoktur, şartlanmisiz bir kere. Coğu zaman pavlov'un kopeginden halliceyiz. Senin başvurmadığın bir ilan için ararlarsa genelde o işe girilmez. O kadar kontrol manyağıyız ki kendi planlamadığımız, karar vermediğimiz şeylere tahammülümüz  bile yok. Hadi diyelim bir boşluğuna geldi, mutlu bir günde kontrol kalemini evde unutmuşsun.. Cok mutlu hissettiğin bir anda bile o şüphe tohumcuğu içinde filizlenir. O an da karşındakine bakarsın eminmi diye... Çünkü bazı insanlar doğuştan kendilerinden emindirler, eğer karşında içini rahatlatan birisi varsa belki de her şey çok kolaydır.. Sen şüphe duyunca şüpheni katlayan biri varsa kaçmak gerek arkana bakmadan çünkü kimsenin ne yaptığından emin olmadığı yerde ancak kargaşa ve anlaşmazlık çıkar. Korku her zaman sevgiden hizli kosar. Erkekliğin 10 da 9u kaçmaktır diye boşuna dememişler.. Buna kadınları ve diğerlerinide ekliyorum. Şahsen ben mesela süper kaçarım. Kendimizden emin olamazken  karşımızdakinin ne düşündüğünden hissettiğinden bu kadar emin olmamız da ayrıca hayret verici... Bayılıyoruz kurgu romanlara. Bir de kendimizi fasülye gibi nimetten saymasak keşke...Bir bilgenin dediği gibi "Neyseeeeee nee... " Zaten güneşli sahillerden yağmurlu istanbula vurmuşum, en iyisi bahar gelsin, hiç gitmesin.

Bahar gelse yaz gelse, çarşıya kiraz gelse..

http://fizy.com/#s/1f9x9m

20 Nisan 2011 Çarşamba

nostaljiklestiremediklerimizlerimizdenmisiniz?!?

Bir süredir telefonumu, telefon defterimi, evimi ve sevgilimi ve dahi arkadaslarımın bir kısmını revize ettikten sonra eski kelimesiyle başlayan cümleler kurmadan, her şeye yeniden başlayan bir insanın ruh haliyle mutlu mesut yuvarlanıp gidiyordum ki... Vakti zamaninin bir iyi arkadasının bana aldığı ilk mail adresimdeki mailleri temizlemeye karar verene kadar. Gene vaktin bir zamaninda o mail adresiyle üye olduğum bir siteye işim düşünce farkında olmadan mayınlı bölgeye girmiş oldum.

Galiba eski mail adreslerini 5 sene de bir külliyen kapatmak gerek, küflenmiş peynir gibi zehirli hale geliyorlar zaman içinde. Içinde neler yoktu ki; Ilk girdiğim işe yaptığım başvuru yazışmaları, arkadaşlarıma attığım günün nasıl geçiyor konulu mailler, uzaklardan gelen güzel mailler, uzun bir tatilden sevgilime attığım mailler, bir de mail üstünden kavga etmişiz ki.. Çocuğu ergenliğe gireceklere ders diye okutmak gerek.

Bir kızılderili atasözü der ki: "Kendini büyümemiş sanan insan evladı eski kendisini karşısında görünce anlarmış büyüdüğünü." Baş kahramanı "Peter Pan" olan, çevre ve civar köylerden gelen "ay sen de hiç değismiyorsun" gazlarıyla kendini avutan, kız arkadaşlarından yıllarca azcık daha büyük ve olgun davranması konusunda öğütler dinleyen insan evladı bir günde büyüdüğünü fark edince ne yapar? A. vurur kafayı mışıl mışıl uyur B.nüfus kağıdını erkek arkadaşının cebine sokuşturur vakti geldi diye C. ev yapımı vişne likörünü alıp film izler. Ben genelde son seçeneği seçerim, kendini sona atılmış hissetmesin, önemli hissetsin diye. Ama vişne likörü bile içime sinsice sızan nostalji hastalığından beni koruyamadı. Bir durgunlaşma, bir eski şarkıları bulup dinleme, bir keyifsizlik...Literaturde Nostaljikus denilen bu hastalık önemsiz gibi görünse de insanı derinlerden etkileme kabiliyetine sahiptir ve bir kaç gün ya da bir kaç ay sürebilir. Neyse ki cuma çıkacağım tatilin çabuk atlatmamı sağlayacağını umuyorum.

Bir de bunun kalıcı olanları vardır ki ruh halleri bulaşıcıdır. Ne zaman eski bir şarkı duysanız aynı hisleri hissediyorsanız, those were the days'i dinlerken duygulanıyorsanız ya da hep aynı kitapçı'ya, bakkal'a gitme eğilimindeyseniz.. hem de aynı masa'ya oturuyorsanız her firsatta, siz de Nostaljikus'dan muzdarip olabilirsiniz. Semptomlar yıllar içinde hafiflese de ufak bir tetiklemeyle hastalık tekrarlayabilir.

Bir yandan üniversite de cok dinlediğim duygu dolu bir sarkıyı dinliyorum, şöyle damardan nostalji, çivi çivi'yi söker belki.. Ama bu eski şarki da iyi gelmedi. Sanırım o zamanlar bir kelimeye bile bir çok anlam yükleyebilen, gereksiz yere duygusallaşan, yaptığı şeylerden deli gibi keyif alan, gülmekten kanepelerden yuvarlanan, sabaha kadar dans eden, arkadasları için fizana gidebilen ve ruh eşini bulduğunu sanabilen insanin geri gelmeyecegini fark ettirdi. Tanıdığı herkes işe gidince bir sabah işe gitmek için evden çıkmıştı ve bir daha geri gelmemişti. Aslında gidişini hiç umursamamıştım, çok çalışıp bana para getirdiği sürece çok da umrumda değildi nereye gittiği. Peki neden şimdi bu eksiklik duygusu.. İşte hep nostaljikus'un yan etkileri.

Tamam peki o zaman elimizde ne var ona bakalım desek. Çünkü ben analitik düşünme egitimi aldım ve bunu bir yerde kullanıp böbürlenmek istiyorum. Analitik olarak: Gecmişte yaptığım güzel şeyleri nostalji hastalığına kurban verip es geçtikten sonra elimde gelecek günlerim kalıyor. Şu an gazı kaçmış cola gibi hissetmesem bu yeterli olurdu ama o işe gidip dönmeyen aklı beş karış havada kızın enerjisine ihtiyacim var malesef. Ben bu kadar büyümüşsem 20li yaşlarında olgunluklarıyla nam salan akıllı oturaklı olanlar, siz nasıl hissediyorsunuz ki? Hem beni yanlış değerlendirmişsiniz ben de büyürmüşüm, herkesle aynı yoldan ilerliyormuşum. Sadece belki biraz geriden geliyormuşum.. Amatör değil profesyoneliz hepimiz ne de olsa...

19 Nisan 2011 Salı

İbiza..

 İbiza'ya gitmeden önce nasıl bilirsiniz diye sorsalar.. dance dance dance diye bir cevap verebilirdim ki en çok gece hayatından bahsedildiğini duymuştum. Oraya ulaşınca aslında adanın iki yüzü olduğunu öğrendim.. İbiza kişilik bölünmesi yaşyan bir gece ve gündüz gibi.. Geceleri dünyaca ünlü dj lerin sabaha kadar müzik yaptığı, çılgın şovların olduğu barlara ve gece hayatına kendinizi kaptırıp, gece yaşayan vampirlere dönüşmediyseniz adanın şirin koyları ve güzel yüzüyle tanışma şansınız olacak demektir. İbiza'nın daha çok gece hayatından bahsedilmesinin nedeni bence adayı gündüz gözüyle gören insan sayısının azlığı. Nitekim ben gündüzcülerdenim..

Çok sevdiğim bir arkadaşım İbiza'da çalışmaya başlayınca bende bu fırsatı kaçırmayıp yolculuk planları yapmaya başladım, evde konaklama imkanı bulduğum için oteller hakkında bir bilgi veremeyeceğim. İbizaya gelmek icinse valencia, barcelona ve mallorcadan kalkan gemileri veya havayolu sirketlerinden birini tercih etmeniz gerekiyor. Ada doğasıyla tam bir akdenizli. Bizim pek de yabancı olmadığımız çam ağaçlı yollar arasında irili ufaklı koylar yer alıyor. Zaten adanın eski isimlerinden “Pitiusa” çam ağaçlarıyla kaplı demekmiş. Ada'nın en büyük şehri kendisiyle aynı adı taşıyan "İbiza"şehri. Dünyaca ünlü gece klübü "Pascha" da burada yer alıyor, bir diger önemli gece klübüyse "Amnesia". Klüplerde hemen hemen ne ararsanız var, isterseniz gün ağarana kadar Tiesto, David Guetta gibi unlu dj leri dinlersiniz, ya da Brezilya karnaval gruplarından, köpük partilerine kadar aklınıza gelebilecek çeşit çeşit partilerden birine katılırsınız. Peki bütün bunlardan nasıl haberiniz olacak ? Bütün ada bilboardlar ve parti afişleriyle donatılmış ve bence kuşatılmış durumda o yüzden İbiza'ya adım atıp da partilrden haberdar olmama şansınız yok.

Bilboardlardan öğrenemeyeceğiniz kısma gelirsek, İbiza akdenizdeki egemenlik savasının ortasında kalmış bir adacıkmış, ilk önce kartacalılar gelmiş, sonra romalılar, derken 9.yy'da araplar gelmiş ada'ya. Araplar öyle geldikleri gibi de gitmemişler ada'yı 400 sene kadar kontrolleri altında tutmuşlar. Katalanlar ada'yı 8.08.1235'de araplardan geri almışlar ve bugün hala ağustos ayının ilk haftasında ada'nın en önemli festivali kutlanıyor. Ben tamda festival zamanı adadaydım ve ücretsiz konserlerden faydalanıp ispanyolların "Guapa!!" nidaları eşliğinde "Diana Navarro"yu dinledim. İbiza haricinde adada bulunan bütün şehirler azizlerin isimlerinden oluşuyor "santa" ile başlıyor. Eeee 400 yılın etkisini silmek için bütün azizleri adaya çağırmak gerek ne de olsa.. Zaten ada'daki camiyide yıkıp yerine katedral inşa etmişler. Arap etkisinin bugün hala ev mimarisinde, geleneksel kıyafetlerde ve müzikde görülebildiği söyleniyor. Ama en çokda adada konusulan “ibienko” lehçesi arapçadan etkilenmiş. Benim gorebildiğim tek arap etkisiyse İbiza’ya “elektronik müziğin mekkesi” denmesi ve en bir başka ünlü klüp “Eden” in arap saraylarını andıran mimarisi.

Ben en çok koylarını sevdim. İrili ufakli 56 kadar koy varmış. Bazı koyların tepe noktalarında ise tek başına duran kale surları var, önce herhalde kale duvarları yıkıldı kuleler kaldı diye düşünmüştüm ama bunların korsan gözetleme kuleleri olduğunu öğrendim. Bir kuleden yakılan ateşi diğer kule görebiliyor ve böylece bir saldırı halinde kulelerde yanan ateşi gören halk kliselere saklanıyor. Çok heycanlı!!

Hippie Market / Benirras
 Koy'ları dolaşmak için en güzel'i araç kiralamak, en güzel koy ise turkuaz mavisi denizi ve bembeyaz kumsaliyla" portianitx". Bizimde kaldığımız San miguel koyu idare eder ama sol tarafindaki patikayı takip ederseniz daha küçük ve gizli bir koya ulaşıyorsunuz. Çok az insanin yüzmeye geldigi bu koyda kalabalikdan biraz uzaklaşabilirsiniz. San Miguelde yer alan ufak ada ve uzerindeki ev'le ilgileniyorsanız fiyatı 40 milyon dolarmış ve Madonna ailesiyle beraber o ev'de tatil yapmis. En ilginç koy ise "Port de Benirras" Pazar gunleri ada'da yaşayan hippie'ler benirras'da toplanıyorlar ve ada sakinleri'de hippieler ve müzikleri ve dansları'nın peşinden bu koy'a akın ediyor. Çarsamba günleri de benirras da "Hippie market" kuruluyor.Önceleri  
Hippie Market / Benirras
sadece hippie lerin kurdugu market, turistlerin artan ilgisiyle adada yasayan halk tarafindan da ürettikleri seyleri satabilecekleri bir Pazar olarak kullanılmaya başlanmis. Hippie market'de alisverisin yanı sıra müzik ve gösteriler yapan insanlarla beraber hosca vakit geçirebilirsiniz. Ada’nın en dogal plajlarından bir tanesi ise “Salinas”. Tuz cıkarılan bolgede kurulan plaj dogal sit alanı icinde ve inşaat yapılamıyor. Bu sakin ve gozden uzak koyda aynı zamanda çıplaklar plajı bulunuyor. İbiza’nın bu sakin koyundan “playa en bossa” plajına gectiğinizdeyse en unlu plaj kluplerinden “Bora Bora”da elektronik müzigin ritmiyle şezlonglarda dans eden insan kalabalığı ada'nın diğer yüzü.
 
cafe del mar'ın önündeki kayalık

 










Gecelerin adeta kutsal olduğu bir yerde gün batımı'da bir ritüel. Bu ritüel'in de bir markası var ki o da “San Antonio” daki Café del mar. Cafe del mar'dan günbatımını izzlemke o kadar moda'ki buraya gün batımı turları düzenleniyor. Aslında cafe'ye oturmasan da aynı gün batımı cafe'nin önündeki kayalıklardan izleneyebiliryorsun. Tabi marketten bir şişe sangria almak şartıyla.  Ufuk çizgisinde kaybolana kadar guneş ışıklarının gokyuzunu boyadığı renklerle yavaş yavaş aksam olurken yudumladığım sangria’nın tadı hala damağımda. Harika olan sangriamıydı yoksa gün batımımı bilemedim.




cafe bonbon

İbiza’yı dünyanın en iyi açık hava diskosu olarak görenlerin görmediği diğer yerde "Dalt Ville" nam-ı diğer "Yüksek şehir". Kalenin surları arasında kalan, kaleyi gezerken kendinizi daracık sokaklarda bulduğunuz,  daracık sokaklarda dolasırken bir anda kalenin surlarına çıkıverdiğiniz içiçe geçmiş bir bölge. Bembeyaz kerpiç evleri ve her köşeyi döndüğünde seni karşılayan ayrı bir sokak manzarasıyla sokakların içinde kaybolmak istiyor insan. Bir süre sonra harita'yı bir kenara bırakıp sokağın ucundan bakan bir merdiven yada yan taraftaki davetkar bir sokağa kapılıp gitmek istiyorsun. Zaten davetkar sokakların büyüsü olmadan bir kenti dolaşmak nedir ki... Her kayboluşun sonunda güzel bir kafe ya da ufak bir lokanta keşfedilmeyi bekler. Bir nevi savaş ganimeti.. İbiza'daki savaş ganimeti'de "cafe bonbon".Bardagın alt tarafında yogunlaştırılmış süt ve üzerine konulan espresso ile hazırlanıyor.

Benim gibi gezme arsızıysanız ve eee bu koylar bitti şimdi ne yapmalı diye düşünüyorsanız gitmeniz gereken yer "Formentera" adası. Formentera’ya normal feribot ile gidip dönebilrisiniz ama ben katamaranlarla yapılan turlardan aldım. Katamaran teknelere oranla daha keyifli ve tur içinde uğradıkları koylar akdeniz den çok karayiplere, maldivlere benziyor. Tatil'in engüzel deneyimlerinden biriydi. Gene olsa gene yaparım ve hatta keşke gene olsa da yapsam.. Ne de olsa yağmurlu bir günün ertesinde deniz'i özleyerek yazıyorum bu satırları...







25 Mart 2011 Cuma

Güzel bir günün sonrasında taksimdeydim gene. Mekan aynı olsa da bazen sen aynı değilsindir ve herşey bir başka gelir ya.. Ya da herşey o kadar hızlı değişiyordur ki bir süre gitmesen bir başka bulursun. Taksim'de bu akşam benim için  bir başkaydı.

Yolda ilk karşıma çıkan Demirören alışveriş merkezi oldu. Yapılırken o paravanların arkasından bile bana çok çirkin gelen bina'yı kocaman karşımda görünce nefretim daha da arttı. Sanki etrafındaki herşeyi yutmuş yemiş üstüne ğstlük kocaman kapılarından içeri giren insan seliyle bana meydan okuyor. Daha da acısı demirörenden önce ne vardı orada hatırlamıyorum. Sanki anılarımı geçmişimi bir yerden siliyorlar ama yanlış anıları siliyorlar. Merak her zaman ki gibi galip geldi ve hayal kırıklığımı perçinlemek için binanın içine girdim. Ufak bir tur sıkılmama yetti. Çıkışta film festivali için kitapçık almam gerekiyordu ve ayaklarımın beni emek sinemasına giden sokağa soktuğunu farkettim. İçimi tekrar hüzün kapladı. Emek sinemasının şimdiki yıkık dökük haline bakıp kaç film festivalinde önünde kuyruklarda beklediğim yer olduğuna inanmak çok zor. madem sokağa girdim dönmeyeyim kitapçığı sinepop'dan alayım dedim. Ama sinepop'da satmıyormuş çünkü festival'den çıkarmışlar. Gişe'deki kadın tersleyerek cadde üstündeki sinemalara bak dedi ve anladım ki biz gitmezsek sinepop'da yakında kapanacak. Kendimi tedavülden kalkmış para gibi hissettim. Şunun şurası, azıcık yuvarlamayla,30 senelik ömrümde burayada eskiden gelirdik diye bileceğim hiç bir yer kalmamış taksimde. Ben ki tüm üniversite hayatını taksimde geçirmiş, senelerce cihangirde oturmuş insan benim mahallem benim sinemam benim kafem bile diyemiyorum hemde taksim gibi tarihi dokusu olan bir yere. Roma'da Paris'de Barcelona'da insanlar dedesinin dedesinin döşediği kaldırım taşlarında yürürken benim kaldırım taşlarımın bile en eskisi 5 - 6 senelik. Şehrin tarihi olmadan benim nasıl olacak ki? Böyle işin içine.. diyerek demirören'e geri döndüm ama tuvaletleri henüz kullanıma açmamışlar. Aslında iyi oldu demirören, taksimde ciddi bir halk tuvaleti açığı vardı.

Taksim'i, nergis kokusunu, eski dostları, güzel müziği, yeni aşkları, koyu muhabbeti, dolmabahçenin yanındaki parkta arabada çay içmeyi, özgür olmayı, gece yarısını seviyorum..

Emek sinemasını, beşiktaş iskele yanındaki çaycıları, taksim'e 20 kişi gelip, 15 kişi bir eve tıkışmayı, sohbet etmekten uyuyamamayı, alman bira evinde camellion dinlemeyi, madrid tayfasını, taksim'in mağaza dolu olmadığı zamanları, arnavut kaldırımları, cep telefonu yokken tramvay durağında buluşmayı özlüyorum

2 Mart 2011 Çarşamba

Bir kararsızlık yazısı...

Bir karar vermen gerektiği zaman ne yaparsın? Getirin diyorum sihirli küremi, çağırın müneccimbaşını iki kemik atsin, versin kararı. Ne uykusuz geceler, ne karın ağrıları..

Bir karar vereceğim zaman önce o kararla yaşamaya başlıyorum. Rolüne hazırlanan tiyatrocular gibi; kendimi kararin icinde eritiyorum. Hata yapma korku eşiğim o kadar yüksek ki yemeden içmeden kesilmişliğim bile vardır. Hani derler ya; liste yap; + larını - lerini yaz. Bilgisayar programcilarimizi göreve davet ediyorum kader programını yazsınlar. Ben aklımdan geçenleri yazayım bilgisayar hesaplasın. Çünkü + ve - leri yazdıktan sonra bile hangisinin ağır bastığına karar veremiyorum. Bazen de vermem gereken karar çok açık olduğu halde, bir çocuğa bile anlatsan "tabi ki bunu seç" diyeceği kadar net durumlarda bile vazgeçme cesaretini gösteremiyorum. Vazgeçme fikri biraz yenilmeyi çağrıştırıyor galiba bana.. Ya da fazla çalışan empati bezlerim yüzümden bunu söyleme cesaretini gösteremeyebiliyorum.O yüzden de iste tam o son nokta da, karar anında bir "enter" tusu gerek bana, değişiklikleri kaydetmek istiyormusunuz diye tekrar sormayacak bir program gerek. Enterdim bitti..

Bir dönem Samuel Becket'ın etkisinde kalmıştım ondan olsa gerek. Godot'yu bekler gibi bekliyorum.. Hani karar bana sormasın da kendi kendini gercekleştirsin diye. Zaten sonunda ben ne kadar eylemsizlik için dirensem de su yolunu izliyor. Madem olayları akışına bırakacaktın ya da her sey olacağına varacaktı ne diye uyumadın, stres yaptın, kendini üzdün ? Bu durumun nedeninin evrimle beraber genlerimizde kalan hayvansal icgüdüler olduğunu düşünüyorum. Mesela depremi önden hisseden köpekler gibi uyumayıp bütün gece huzursuz huzursuz dolanabiliyoruz, ya da yılanlar gibi kabuk değistiriyoruz yıllar içinde. Muhtemelen onlarınki de bizim gibi sancılı oluyordur. Ama bir kere yeni derimize kavuşunca bizden güzeli yok. Bir sekilde kedi gibi dört ayağimizin üstüne düşüp, bizi öldürmeyen şey güçlendirir diye tumturaklı sözler buluyoruz. Belkide kedilerin kemikleri de düştükçe güçleniyordur, karetecilerin ellerini hissizleştirip tuğlaları kırabilmek için duvara attıkları yumruklar gibi.


Delphi Antik şehir rekonstrüksüyon
 Beni güçlendireceğini bilsem de düşmek istemem şahsen ben, eski Yunandaki gibi kahinlere danişmayi tercih ederim. Adamlar yüzyillar önce çözümü bulmuşlar, sistemi kurmuşlar: cok önemli kehanet merkezleri var Delfi ve Dikili'deki tapınaklar gibi. Herkes bir karar vereceğinde aynı yere gidip danışıyor. Düşünün adamların elindeki bilgi birikimini. Mesela Mısırda isyan başlatmayı planlayan direnişçi de, Mısır kıralı'da aynı kahine gitse. Kahinler krala şunları şunları düzeltmezsen isyan çıkacak, ülkeden ayrılmak zorunda kalacaksın deseler. Ne olurdu acaba o zaman? simdi olsa kral güler geçer ama eskiden insanlar kahinlerin sözünden pek de çıkmazmış, belki de dinlerdi? Bence bu senaryonun sonunda olsa olsa Amerika gelir, tapınakdaki rahiplere özgürlük vermek için tapınağı yıkar yerine de benzin istasyonu açar.

Bu kadar laf salatasının sonunda benim bir kararım var mı? Hayır, bekle ve gör.. Karnın agrırsa tatlı ye, uyuyamazsan film izle...

Faydalanana bilgi: Sultanahmette bulunan yılanlı sütun aslında Delpfi'deki Apollo tapınağındaydı. Sütun'da bulunan üç adet yılan kafası tripod vazifesi görüyordu ve üstlerinde altın bir kase bulunuyordu. Sütun, Platea savaşında yenilen Pers ordusunun savaş meydanından toplanan silahları eritilerek yapılmıştı

20 Şubat 2011 Pazar

Kaç gün üst üste kebap yiyebilirsin?

Bunun bir yemek yazısı olması gerekiyor, çünkü son günlerde aklımdaki tek şey kebap. Sanırım üst üste batılı tarz menülerle fazlaca haşır neşir oldum. Makarna, et ve salata'dan başka bir şey olmayan menüler. İstedikleri tumturaklı adı koysunlar biftek, biftek'dir sonuç da. Halbuki kebap öyle mi? eti makinada geçmişse tadı başka, satır kıymayla yapılmışsa bir başka.. Kıymanın yağından, baharatına bir sanat bence.. Salata konusuna hele hiç girmeyeceğim, vitamini kaçmasın akımından sonra dışarıda yiyemez oldum. Yaprakları önüne bütün bütün koyup salata diyorlar ya, sinir oluyorum. Babam harika kaşık salatası yapardı, öyle ince ince doğrardı ki,sulu sulu, nar ekşili.. canım çekti.. olsada yesem..

Her akşam olduğu gibi o akşam da" eve gidince ne yemeli" konulu ve yemek tarifli yolculuğumdan sonra kendimi bizim evin köşedeki kebapçıda buldum. Aslında taşındığımdan beri o kebapçıyı kesiyordum ama girip yemeye cesaret edememiştim. Markete diye beni kandıran beynim market'in yanındaki kebapçıda soluğu aldı ve urfa'ya kavuştu. Zavallı kız karnının doyduğunu sanıyordu ama nefsi doymamıştı ve bunu kızdan saklıyordu. Günlerden cuma geldi çattı.

Ne yapsak diye konuşurken, ben rakı kebap diyiverdim. Zübeyir gibi ocakbaşı kıvamında az salaş bir kebapçı aramaya başladık ama anadolu yakasındakilerin hepsi lokanta kıvamında. Göztepe et lokantasına gitmeye karar verdik, daha önce bahçesinde oturmuştum güzeldi. Kış olduğu için bahçeyi kapatmışlar ve grupanya el attığı için içerisi fırsatçı dolu, oturduk ama mutlu olamadık. Bir menüye bir birbirimize bakarken utanç içinde kalkmaya karar verdik. Neden utanç içinde olduğumuzu hiç bilmiyorum, arkadaşım ne diyeceğiz derken garson memnun kalmadınız mı diye sordu. Evet, işte tam bu yüzden utanç içindeydik! Ağlayıp  boynuna sarılarak "Hayır, siz harikasınız sorun bizde"diyebilirdim biraz daha üstüme gelse. Arkadaşımsa "birini alıcaz" dedi aceleyle. Sonra çıktık; birini mi alıcaz, kendi gelemiyormuymuş diye dalga geçerek başa döndük.. Tamam, kebap ama nerede ? Orası mı burası mı diye dolanırken ben açlık sınırına geldim. Açlık sınırına geldiğimde içimdeki canavar ortaya çıkıyor. Hemen bir şeyler yemem gerek yoksa aç kalmama neden olan insanın vay haline!  Mesela bir kere ben çok açken wagamama'ya oturmuştuk. Çok açım ve aç kaldım, daha kötü ne olabilir? wagamama'dan çıkıp tost yiyince kendime gelmişim. Hala anlatırlar o günü, efsane gibi.. En son hatırladığım sahne ise; bir kebapçının önünde duruyoruz. Bana "buraya mı gireceğiz, eminmisin" diyor."N'olursun girelim, dayanamıyacağım, bir şeyler yemem gerek" diyecek kadar gözüm dönmüş. Tabi ki girdik, yoğurtlu kebap ve rakı söyledik. Garson ne rakısı diyene kadar nereye oturduğumun bile farkında değildim. Meğer "Hacı Başar" a oturmuşuz. Adı üstünde adam hacı bizim gibi zındıklara rakı mı satacak. Şikayet etme hakkım olmadığı için ama kebap şahane falan diye puan toplamaya çalıştım. Zavallı kız kebapa doyduğunu sanıyordu ama nefsi doymamıştı ve bunu kızdan saklıyordu..

Cuma yediğim rakısız kebap meğer beni kesmemiş, cumartesi akşamı ağıma başka bir arkadaşımı düşürdüm. Kendisi Adanalı ve anadolu yakasını çok iyi bilir. Beni "yusuf usta"ya götürdü. Mutluluğun resmini yapabilirim abidin! Kebap yanına 2 köz domates göz olsun onlar, 1 de köz biber ağız niyetine. Al sana mutluluğun resmi! Yusuf usta, vedat milör'e çıkmış meğer içerisi tıklım tıkış. Arkadaşım oranın gediklisi garson kapıda karşılıyor, bize bir masa ayarladılar. Son derece salaş ama sıcak bir yer. Fazla meze yok, kebapçı adam kebap satar demiş babası zamanında Yusuf'a.. Yusuf Usta bizzat ilgilenirmiş, servis yaparmış, öyle diyor arkadaşım. Ben gördüğümde kasada paraları desteliyordu, vedat milör duası asmış kapıya. Önce fındık lahmacunla, bıdık peynirli pide çıkıyorlar sahneye. Hoop birer lokmada miğde'ye.. Kebaplar bayağı büyük, cidden doyuyorsun. Ve çok güzeldi! Satır kıymadan yapıyorlarmış, sonunda rakı ve kebap buluştular, hemde benim miğdemde. Şiş falan da var mekanda ama konumuz kebap. Şarap'da dinlenmiş et hesabı, rakı'da dinlenmiş kebap yapsalar nasıl olur acaba? sohbet muhabbet derken bünyem kebaba doydu..3.günün sonunda!

Faydalanana Bilgi:
Kebap kelimesi aslında sümer dilinde geçen ve közlemek anlamına gelen "kabuba" kelimesinden gelir. Adana ve urfa kebabı arasındaki fark etin terbiyelenmesiymiş. Adana kebabında et terbiye edilmezmiş, urfa kebabında et terbiye edilirmiş. Türk askerlerinin kılıçları üstüne taktıkları et'i ateşte közlemesinden ortaya çıktığı rivayet edilir. Ama tarihçesi daha eskidir; pers hükumdarı Darius’ un savaşa gitmeden önce kızarmış et parçalarını kalın bir şişe geçirerek askerlerine güç gösterisi yaptığı söylenir. Türk mutfağında 113 çeşit kebap varmış, mesela Saray Mutfağında Süd kebapı yapılırmış; şiş'e geçirilen et yavaş yavaş pişerken etin yağı altta içi pirinç dolu tencereye akıyor ve pilav'da bu şekilde pişiyor, süper fikir..kebap pilavı.. Bundan önceki hayatımda umarım sarayda çeşnicibaşıyımdır :)


Dipte Not:
1... anadolu yakasında ocakbaşı açığı var, girişimcilere sesleniyorum
2...nette yusuf usta polemiği var, mekan salaş, ucuz değil ama kebap harika. Az içip midesi dolunca hesaba bakmayanlara :)) 20lik rakı,2 kebap,bir iki ıvır zıvır 85 ödedik
3...bu gece rüyamda süd kebabı görme ihtimalim %76.4

14 Şubat 2011 Pazartesi

Bir Köprünün Anatomisi...

Bir sevgililer gününde çıktım yola avrupadan asya yakasına ulaşabilmek için. Yol uzun da sayılmazdı, ince de.. İki kapılı bir handa olduğumsa kesin. Tam ortaya yakın bir yerinde duruyor olmalıyım ki hayatın ne başını hatırlıyorum, ne sonunu görüyorum. En zor kısmı bu ortaları galiba. Girdiğin yola bir türlü güvenemiyorsun, hep diğer kapıda kalıyor gözün. Sanki ne yaptıysan yanlıştı.. Evlendiysen çok erkendi, bekarsan git dememeliydin ona belki, üstüne üstlük yanlış işi seçtin sanki. Hem "çocuğa ne gerek vardı"ya da "doğursaydın okula başlardı şimdi"... Belkiler çok ama sonuç hep yanlış sence. Hayatın ortasındasın ama burası kör nokta dememişti kimse bana...

Hani sen kesin farklıydın, özeldin, başarılıydın ya. Testlerde hep bir sürü doğrun olurdu, az yanlış yapardın, bilmiyorsan boş bırakırdın. Gene farklısın, herkesin parmak izi tekmiş ne de olsa.. Hani o gözünde büyüttüğün uluslararası pek önemli firma vardı ya. Al girdin işte, n'oldu.. Meğer al birini vur ötekineymiş, peki bunu öğrenmek kaç senemizi aldı? yazık galiba bize...

Hatırlıyorum her şeyin nasıl başladığını, ben rehberken, daha ofis yüzü görmemişken, ofisde çalışan arkadaşlarımı dünyayı kurtarıyorlar sanıyordum. Öyle ya, koskoca 8 saat bir yerde durmaları gerektiğine göre kesin çoook möhimmm işler yapıyorlardı. Kediyi merak öldürürmüş. Beni de dört duvar ofisime sokan ilk şey bu merakım, diğeri erkek arkadaşım. Neyse bende ona saçma tercihler yaptırıp hayatını karartmış olabilirim. Arkasından atıp tutmayayım..Ama sonucu eklemeden gecemeyecegim, ben sicacik sehrimi birakip istanbulun sisli havasinda nefes almaya calisirken, bir istanbullu olan o izmir gunesi altinda sirtini kasiyor. Hayatin ironilerine gulumsemeyi seviyorum ve deniz kenari sehirlerde dogmus sansli insanlar'a seslenmek istiyorum... yapisin o koltuklara, kaptirmayin yerinizi istanbullulara.

Bu satırları yazarken bilmem kaçıncı kez boğaz köprüsünden geçemiyorum. Alternatif sevgililer günü kutlaması, köprüde mahzur kalmak ne romantik! Ya da köprü üstü aşıklarının cinnet versiyonu. Bu arada kalpli kurabiyelerin de kepeklileri çıkmalı, sloganını da yazdım: " sevgilisini fit sevenlere: FIT into my HEART". Ne alaka demeyin trafik dedim, yol uzun dedim, haliyle açım.. Aklımın bir kısmı sabah ki kalpli kurabiye'de kalmış demek ki.. Düşüncelerin oluğu yok ki koyasın da tek yere aksın...

Köprüye bakıp şiir yazanı duymuşsunuzdur ama ben taaa içinden bildiriyorum ve son olarak diyorum ki bu köprü trafiği insanı ya katil yapar ya sıkıntıdan yazar :)


sevgililer gününde ne dinlenir.. Katherine Kiss Me.. Franz Ferdinand










Katherine kiss me (oléri remix)
Yükleyen Colorado-spleen. - Diğer müzik videolarına göz atın.

6 Şubat 2011 Pazar

Beyaz sokaklar demek isterdim ama yağmıyor işte kar...

Bu seferde soğuk ama güneşli bir gündü.. Bu sene her nasılsa güneş üzerimizden eksik olmadı, tam hava soğudu derken yalancı bahar gene geldi. Bu sabah güneşe rağmen yanaklarımı kesen soğuğu hissedince kar yağmasını ne kadar özlediğimi fark ettim. 

Antalya'da büyümüş birisi için kar büyülü bir masaldır, içinde karlar kraliçesinin, gölde buz pateniyle kayan çocukların olduğu bir masal. Kar sadece uzaktaki dağlara yağar, antalya'nın sokaklarını bir tek yağmur yıkar. İstanbul'a geldiğim ilk kış her kar yağdığında mutlaka sokağa çıkıp lapa lapa, ince ince ya da şiddetle yağan kar altında yürürdüm ama karla asıl tanışmam dağcılık kulübüne girmemle oldu.

Şehrin kirini pasını bile örten güzelim kar tanelerinin doğada neler yapabileceğini siz hayal edin. Herhangi bir dağı, kaya parçasını, ağacı birden dünyanın 8. harikasına çevirebilir kar. Akşam iliklerine kadar donduğun bir kampın sabahında sıcacık bir güneş uyandırırsa seni, atarsın hemen matları karın üstüne, mesela Bolkar'da göl kenarındasın, bir su kaynatırsın ocağında, ağzın kulaklarında.. Tadına doyum olmaz o çayın.. Termosuna doldurursun sıcak suyu, içine "tang" atarsın.. Aslında iğrenç bir karışımdır tang ve sıcak su.. Gel gör ki bir tutam kar attığın zaman termosa.. Kar erirken dikersin kafaya termosu, işte o zaman "tang" olur sana nektar..

Ya da metrelerce karın üstünde saatlerdir yürürken güneş açarsa birden.. Unutursun akşam saçına, sakalına aklar düşüren soğuğu bir anda. Karda yürümenin en güzel tarafı bence ayaklarının altında duyduğun ezilen karın sesidir. Her adım attığında bir parça kar ezilir, bir parça sen batarsın. Kar ve sen belirli bir noktada dengelenirsiniz ve ancak o zaman ikinci adımını atabilirsin. Bir yandan önündeki arkadaşının açtığı adımları takip edersin, aynı karı eze eze ilerlersiniz, diğer taraftan arkandaki arkadaşına düzgün bir iz bırakman gerekir diye özenle atarsın adımını.. her adımda arkandan gelenleri düşünerek ve önünde yürüyen arkadaşının izinde.. 

Mesela Hasan dağındasın, kar buz tutmuş kramponla vura vura karlara zar zor çıkmışsın tepeye,üşümüşsün, yorulmuşsun, sıkılmışsın sonra güneş açmış.. Çıkarken seni yoran kar güneşi görünce yumuşamış, meğer bütün zoru bizeymiş.. Etrafta ne bir kaya kalmış karla örtülmemiş ne de bir taş.. Önünde sadece güzel bir eğim. Alırsın o zaman matları altına, ikişer kişi binmek gerek mat'a.. Öndeki dümeni tutacak matın kıvrılan ucuyla, arkadaki fren.. Saatlerce çıktığın yeri kaya kaya yarım saatte inersin.. Çocuklar gibi şendik ya da çocuktuk da ondan şendik.. kim bilir..

İstanbul'un bir sabah vakti asfalt sokaklarında yürürken, ne önümden iz açan ne arkamdan yürüyenler varken, araba seslerinden adımlarımın sesini bile duyamazken yanaklarımı kesen kar soğuğuyla beraber içimi ısıtan güneş.. Kar yağmasını ya da kar da yürümeyi ne kadar da özlemişim..






















Önümden iz açan Caner ve Yankı'ya... Beraber iz açtığım, benken biz olduğumuz, karlı dağları benim kadar özleyen YTUDAK'lılara gelsin...



24 Ocak 2011 Pazartesi

Olmak ya da olmamaksa tüm mesele.. nasılsa olmuşuz bir kere olmasak olmaz


Olmak ya da olmamaksa tüm mesele.. nasılsa olmuşuz bir kere olmasak olmaz..demek ki mesele yok.. Takma kafana bunları Hamlet kardeş desem.. Bir efe rakı yeşil üzüm söylesem.

Gün batımında indik sahile ki bence günün en güzel zamanıdır gün batımı. Bütün şenlik gün battıktan sonra başlar. Güneş varken insanın içi ısınır belki ama güneşin ışığı aynı zamanda gölgeler ışınların renkli şölenini. Sarı renk hakimken etrafa  herşey nettir, açıktır, parlaktır ama kadını güzel gösteren yinede loş ışıktır. Ne zaman ki gün batar o zaman asıl gökyüzü kızıla bürünür. Işık dan geri kalanları gök bırakmak istemez sanki.  Hani giden birinin ardından söylenir ya en güzel şarkılar... Elinde kalan son ışık hüzmesini de kızıl, mor,mavi renklere dönüştürürken ve sen kaptırmışken kendini gökyüzünü izlemeye usulca gece gelir.

Asrın icadı nedir acaba? Rakı mıdır hüznü neşeye çeviren ya da sıcak bir sufle midir hücrelerimi el ele tutuşturup halay çektiren yoksa bir bardak kahve midir bu gün geçmez derken beni kendime getiren.. Mısır piramidlerini kim yaptıysa yaptı ben o sufleyi icad eden kişiyi tanımak isterdim. Yerçekimi nasılsa Newton onu bulmasa da vardı ama üzüme bakarken şarap yapmayı kim akıl etti?

Bugün yaş günün olsa ne dilerdin diye sorarsa tanımadığın biri, olmadık bir zamanda,  içinden de olsa gülümsersin belki çünkü hayallere dalmak güzeldir. Ama yaşgünün olsa da bir şey dilemeyi bırakmışsan çoktan ne olacak? O zaman; boşver sıkma sen o tatlı canını demeli içindeki ses. Bazen fazla düşünmemek en iyisi, farzet saçlarını platin sarısına boyamışsın ve meğer içinde fazla düşünmeyi engelleyici kimyasallar varmış. . Madem güneşde seni bırakıp gitti, alacağı olsun yarın gelir gene; bu akşam giden o değilmiş gibi, toplayıp tasını tarağını burnuna gelen balık kokusunu takip etmek gerek.. Bir yaş üzüm içinde neler gizler bulmak gerek. Dostlarla kadeh kaldırıp içebiliyorken içmek gerek. Karşıdaki yola asmışlar gene meymenetsiz tayyip posterini. Ona bile kaldırıp kadehi, saçma gerçeklere, boş masallara sırt çevirip hayalperest dünyada soluk almak gerek.


Her ne kadar biz şarabın hakkını veremediysek de yunanlılar önemini anlamış ki şarap tanrısını Olimpos'a almışlar.. Bakalım Dyonisos şarabı nasıl bulmuş :))

DİONYSOS - ŞARAP TANRISI


Zeus'un yasak ilişkilerinden birinden olma oğludur. Annesi Hera'nın bir komplosuna kurban gidince Zeus onu alıp saklaması için Nymphe'lere (su perisi) verir. Günlerden bir gün yaramaz Dionysos bir mağara kenarından üzümler toplamış ve onları ezerek altından yapılma bir kap içine sularını çıkarır. Sonrada bulupda kızmasınlar diye toprağa gömer.. O mağarada mayalanıp, şarap haline gelen bu sıvıdan içenler rahatlayıp, sorunlardan uzaklaştıklarını, neşelenip, gevşediklerini ,cesaretlerinin ve özgüvenlerinin o anlarda arttığını hissetmişler. Dionysos bu olay sonrası şarap tanrısı olarak tanınmaya başlamış...


faydalanana bilgi: insanlık tarihinin en eski içeceği biradır, şarap değil