7 Kasım 2015 Cumartesi

The road not Taken

The road not taken... 

I took the one less traveled by,
And that has made all the diffirence- ROBERT FROST

Bu şiir'le lise'de bir ders kitabında tanıştım. O kadar etkilenmiştim ki... 13-14 yaşlarında önünde kocaman bir hayat olan ve bununla nasıl başa çıkması gerektiğini bilmeyen bir çocuk için duyduğu sözler, okuduğu kitaplar, dinlediği şarkılar... Hepsi ilham kaynağı olabiliyormuş. 

Yıllarca kime ait olduğunu bilmeden aklımda kalan ana fikri kendimce tekrarladım durdum... Aklımda hep daha az gidilmiş yoldan gitmem gerektiği kaldı. Ne zaman bir seçim yapmam gerekse hep daha ilginç bulduğumu seçtim. Anadolu lisesinde okuduğum halde dil okumayı seçmem. Dil okurken İngilizce yerine İtalyanca'yı seçmem, tenis yerine Dağcılık, Yamaç paraşütü'nü seçmem, emekli olunca değil çalışmaya başlamadan gezmeliyim deyip aylarca uzakdoğuyu dolaşmam... 

Seçimlerimi yaparken bana hep "çok olanı" değil "az olanı" tercih et dedirten bir iç sese dönüşen bir şiir... Üniversite yıllarında tesadüfen tekrar karşıma çıktı, Robert 
Frost yazmış. Seçimlerimden mutlu mesut kendisine bana cesaret verdiği için teşekkür ettim.

Hayat ilerledikçe seçtiğim farklı yollar beni farklı bir yere çıkarmadı. Alçak Frost... Anadolu lisesinde okuyan iyi bir MF'ci olup İTÜ tekstil'i seçseydim de şu an ki işimi yapıyor olacaktım. Tenis oynasaydım şu an en azından hala haftada bir gidebilirdim ama dağcılık ve yamaçparaşütü sadece bir anı...Seçtiğim patikalar herkesin olduğu anayola çıkınca kendisinin benim için bir şiir daha yazmış olduğunu farkettim. "The wall"... 

Ama asıl vurucu darbe çok sonra geldi... Hiç beklemediğim bir anda... Aniden... 

Sanırım patikalar ana yola çıkınca Frost'a küsmüştüm ki bir daha şiiri ne hatırladım ne okudum. Saçmasapan bir an'da bir resmim altında "The road not Taken" yazıyordu...Gerçi gayet herkesin yürüdüğü artık aşınmış bir yoldu ama eskiden düşlediğim bütün o patika yollar geldi aklıma. Şiir'i tekrar okudum...

Bu sefer bir farklı geldi... Daha önce o kadar inançla okuduğum cümleler bana başka Şeyler söylüyor olamazdı.. Yok daha neler... İki patika'da aynı oranda mı yürünmüş... 

Yorumları açtım... Okudum... Şiiri bir daha okudum... Sonra yorumları...

Bir seyyah iki yolun birleştiği yerde duruyor, ama iki yolda aynı oranda yürünmüş. Yani iki patika'da aynı. Romantik bir ağaçların arasına gizlenmiş daha az gidilmiş bir yol hayali yok. Ama adam yıllar sonra kendi yolunun farklı olduğunu idealize ediyor. 

Daha az yapılanı yap, daha az gidilen yoldan git farklı sonuçların olsun dememiş kimse. Hadi gül gibi Anadolu lisesinde MF'yi seçmedin bari İngiliz dili edebiyat'ı okusaydın ya... Şiiri derste falan işlerdiniz daha önce uyanırdın. Zaten naparsam yapayım anayola çıktığımı farkettim de baştan beri anayoldan gitseydim yoldaki bonusları toplardım belki. 

Zaten seçim yaptığını sanmak delilik... Özgür irademiz olduğuna inandırılıyoruz. Ama seçerken ne geçmişteki deneyimlerinden özgürleşebiliyorsun ne de sonucunda ne olacağını biliyorsun.  Hani belki adam öldürürsen sonucunda hapse gireceğini bildiğin için kısmen seçim sayılabilir.. Yoksa ne olacağını bilmeden nasıl seçmiş olabilirsin ki? 

En iyi bildiğimizi sandığımız şeyleri aslında ne kadar da bilmiyoruz...

23 Ağustos 2015 Pazar

Tufan...

Ağustos ayında olabiliriz... Hatta hafta sonu denize mi gitsem hayalleri kuruyor olabiliriz.. Ama hayat neydi? Biz planlar yaparken oyun bozan olandı... Olmazzz Hayırrrr senin değil benim planım olacakkkk!!!

Hayat, kaprisli bi kadınmıdır nedir? Orta'da anlaşsak? Biraz senin, biraz benim?

Tabi hayatım anlaşmazmıyız, ben aslında hep seni düşünüyorum... Mesela senin, tam iş yerine geldiğinde asansörün zemin katta olması dileğin gerçekleşsin... Gerisi benim istediğim gibi olsun... 

Mesela bu hafta sonu Ağustos ortası demeyeyim, yağmur yağsın ki denize gideme...  

Ay sende ne vızırdadın hafta içi günlük güneşlikken sen plan yaptığında bi yağmur yağdı diye! Ben seni düşünüyorum, ıslanıcam diye o kadar gidip biç'lere para verme ben seni Karaköy'de ıslatırım... O da su, o da su... Iki gram tuzu eksik diye mi onca kapris?

Sabah kasvetli bir havaya uyandık İstanbul'da... Hani yağdı yapacak kapalı olanlardan... Dedim oh biraz gölgede takılırız serin serin... Pazar kahvaltısına giderken bir iki damla düştü üstüme... Dedim ne güzel serin serin... Tam oturmuştum ki....
Bardaktan boşanırcasına bir Yağmur... 

Herhalde Nuh Tufan'ının ilk saatleri de çok eğlencelidir... Mağaramızın önünde ne güzel ince ince yağıyor değil mi sevgilim... 

Sonrası Tufan... 


25 Temmuz 2015 Cumartesi

Likör karınca kahve

Hersene oldugu gibi likör yapmak isteyen masum şehirli ve arkadaşı fişneleri almışlardı ama arkadaş kendisine likör yapacak şişe almamıştı. Masum şehirli gel beraber bre berber benim şişede yapalım ikisini de sonra böleriz dedi...

Fişneleri şişeye tıka basa yerleştirdiklerinde herşeyden habersiz çok mutluydular...esas kızımızın likörü ara ara karıştırması gerekiyordu ama tıkabasa dolu şişeyi her sallamaya kalktığında biraz likör sızıyordu. Bu arada "Tukabasa Tıkabasa" ne güzel bi suşi lokantası olur diye düşündü güzel kız. Şimdi esas kız dedik ya güzel olacak tabi ki...

Kız şişeyi karıştırdıkça ışık yılı uzaktaki bir gezegende yaşayan karınca ailesi şişeden sızan likörün misk kokusunu aldı. Evet liköre misk bile koymuştum :) Misk kokusundan deliye dönen karınca padişahı tüm ülkesini yollara düşürdü. Yolculukları tam bir ay sürdü... Bir ay boyunca girmedikleri mutfak, deşmedikleri kiler kalmamıştı... Misk kokusunu takip ede ede sonunda bir kulenin tepesinde güzel bir balkona ulaştılar.

Güzel kızın arkadaşına bir şişe al bölelim şu likörü dediğinin birinci ayında işten eve geldi ve....

Artık karınca padişahı ve ailesi onun balkonuna taşınmıştı. Hadi bir tek çekirdek aile gelmiş olsa kız onlara iyi davranır balkonda hergün beslerdi bile ama 7000 sülalesini de yanında getirmişti! O kadar çok karıncayı bir arada görünce bir kapatıp açmak gerekti kızı. Sonra likörünü paylaşmamaya karar verdi ve...

Bu kısım +18 şiddet sahneleri içeriyor...

Başladı karıncaları önce suyla boğmaya... Sonra bir devin resmini gösterdi sizi ezer diye tehdit etti... Olmadı devi arayıp Kadir inanır ses tonuyla "kaybolun uleyynnnn! demesini isteyecekti ki karıncalar kayboldu...

En azından o öyle sandı... Ta ki çok iyi kalpli bir sivrisinek onun bütün kanını emip uyandırıncaya kadar... Biraz daha su içip kan yaparak sivrisinek dostunu beslemek için mutfağa gitmişti ki....

7000 karınca başlarında Mahmut Tuncer mutfak tezgahında halay çekiyor! Daha sabah öldürmüştüm sizi... Daha helva yiyeceğidik dediyse de dinlemediler... O zaman dans dediler...

Son çare annemizin çamaşır suyunu üzerlerine döküp, karete kit'ten öğrendiğim yıka parlat taktiğiyle karıncaların kabasını aldım. Kalan sülalerinin soyuna nasıl kibrit suyu dökerim diye düşünürken evreka! Yok Google... Ben Arama motoru yapsam adını evreka koyardım aslında. Ulu Google bunlar dedi kahve dedi hiç sevmez dedi al dedi git dedi sen şunu balkona dök dedi...

Kaptım Halis Türk kahvesini balkona vuduu büyüsü yapmaya.. Filmlerden ne gördüysem artık yuvarlaklar üçgenler falan balkona bir şekil yaptım. Sonra tabi bilinç altı fora izleyemediğim tüm korku filmi jenerikleri geçti kafamdan derken sen elektrikler çat diye git... Ya bir kere de teker teker gelin... Hemen bir çakma korku filmi modu... Revenge of The ants turkish stayla...

O değil de komşu balkonlara şeker döksem benden giderler mi acaba? Ne cani ne pismişim ben...

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Selective attention


Kas yaparken göz çıkartmak... Nereden çıkıyor bu atasözleri? Ilk söyleyen adamları bulup bir sormak istiyorum ne yaşadın be kardeşim diye... Eski Türklerde Kaş yapmak bir atasporuymuş.. Gözünü çıkartan da şampiyon olurmuş... İşte o zaman şampiyon benim! Vuhuuu!!! hep birşeyi çok iyi yapıyor olduğumu biliyordum. Sonunda buldum! Kaş yaparken göz çıkarmak! İşte bu...

Şimdi bir bilgi varsa paylaşmak gerek. O yüzden know how'ımı sizinle paylaşayım. Öncelikle iyi niyet gerekiyor. Yoksa zaten Kaş yapıyor olmazsınız. Tüm iyi niyetinizle bir işe başlayasınız ki bir noktada istemsiz bir şekilde karşınızdaki insanın hassas bir noktasına ki burada bu göz oluyor, ani bir hareketle kalemi batırasınız. Sonra zaten karşıdaki can havliyle kaçarken elinizdeki kalemi sallaya sallaya ama Kaş... iyi olurdu belki...

Işte bunlar hep iletişimsizlik ama bizde haklıyız. Evrim hiç birimize çevremizdeki verileri tam olarak anlama yetisi vermemiş. Tüm bilgilerimizi geçmiş deneyim ve o anki ruh halimize uygun uyaranları algılayıp, diğerlerini görmezden yaşıyoruz. Çevrenizde var olan verilerin ne kadarını gözmezden geldiğimizi bir deneyde izledim. izleyicilere birbirine pas atan iki gruptan beyaz olanların pas sayısını sayma görevi veriliyor. Siz sayarken ortadan bir goril geçiyor ve insanlar bunu farketmiyor!Bir başka deneyde deneklere bir form veriliyor formu veren adam arada değiştiği halde insanlar burunlarının ucunu bile farketmiyor. O kadar kendi dünyamızla sınırlıyız ki... Acaba neleri kaçıriyoruz?

bu kadar çok veri olunca beyinde haklı bi yerde. Kendisinin ana görevi sizi hayatta tutmak. Hayatınızın nasıl oldugu onu ilgilendirmiyor. Herşeyi sadelestirmek üzerine kurulu sistem. Mesela bir insanla tanıştın, yeni bir yere gittin, beyin iki dakikada onu Arşivdeki en yakın  grubunun içine atıyor. Kalk şimdi yeni dosya aç falan zor işler bunlar. Ya ne var bi kere de usenme aç bi yeni dosya... iki kaşık daha yemek yer yeni nöron bağlantılarını da yaşatırım iş mi... Yok dinlemiyor... Bin Yıllık evrim sonuçta... sen daha iyi bilirsin napalım...

Ne kadar cok konusmak istersem konuşmak o kadar gereksiz  geliyor... özelliklede bir şey anlamak ve anlatmak istiyorsanız, Nasılsa herkes sadece önceden düşündüğü fikir doğrultusunda verileri algılayacak. O zaman bırakalım istediklerini dusunsunler...









29 Haziran 2015 Pazartesi

kapak kolleksiyonum


Yaradanın boş vaktine gelmiş derler ya bazı insanlar için, ben de şakacı bir an'ına denk gelmişim galiba… Ya da proto olarak yaratmış beni. Yukarıdan bakıp bakıp; şimdi başına iki tuğla düşüreyim, simdi de bir tahta atayım,  sevdiği birilerini alsam dayanırmı ki, hasta mı olsa... Yok ya hasta hasta oynanmıyor. ... Hadi çok aşık olsunlar bir burnu sürtsün. Yazık çok üzüldü galiba... Bir iki gezdireyim hava alsın açılsın, o kadar da hayattan soğumasın, daha oynayacağız.. Gezdireyim dedim ama rahata alışır şimdi hadi bir bıçak çeksinler .. Adrenalin iyidir... Adamı genç tutar. Genç mi kalmak istiyorsunuz hemen hayat çizginize iki çentik attırıyorsunuz

Şu düz hayat çizgileri nerede yaptırılıyor kuzum? Aynısından bende istiyorum.  Sıkıcı olsun benim olsun. Nasılsa birşeye heveslenme cesaretim bile kalmadı sonunda. Benim kadar dik, dediği dedik, burnundan kıl aldırmayan birinin bile burnuna bu kadar vurursan "sen bilirsin hayatım, ben bir plan yapmıyorum sana bıraktım" der bir yerden sonra. Elimde ocak ayında alınmış tatil biletleri.. 11 Eylul'de NY'a almışım. Şaka gibi 365 günde gün kalmamış gibi 11 Eylül! İstemiyorum.. Birisi yapsın planı ben giderim ama ben hiçbirşeye kalkışmak istemiyorum. Yıllarca direndim tam ipleri bırakasım var da nereye bırakıyorum? Ev dağınık zaten orta yere bıraksam bir iki güne dolanır kalırım.. Akışına bırakalım en iyisi...

 Benden mantığı  alırsan geriye ne kalır ki? Yıllardır arka fonda bır bır konuşan back vokal’imi kaybettim. Eve gidiyorum sessizlik, yürüyüş yapıyorum sessizlik, insanlarla konuşuyorum sessizlik.. Mantık olmayınca kalbin sesini dinleyip yüreğinin götürdüğü yere falan gitmen gerekiyor sanırım ama kendisini bunca sene görmezden geldiğim için bana küsmüş olabilir.

 Yeni tanıştığım insanlar beni nasıl tanıyor merak ediyorum zira ben kendimi tanıyamıyorum  artık.. Arkadaşım tutturdu beni kişisel gelişim şeysine yazdıracakmış zorla. Oysaki gayet iyiyim bence. Evrimimi tamamlamışımdır belki.

 Bana muzik gerekli..Şu an hemen simdi içinde bulunduğum ruh halini anlatacak bir şarkı olmali.. Kesin birileri benden iyi anlatmıştır... Her ruh halıne uygun bır sarkı vardır her zaman Bulamayınca insanlara akıllarına gelen şarkıyı sordum ve Evreka!  Jane Birkin'i oldum olası severim.

Şarkıyı sorarken aklıma eskiden  oynadığım bir oyun geldi. Herhangi bir kitabın bir sayfasını açıp orada yazanı yazıyı yol gösterici kabul etmek. Hemen Kitaplığa gittim. "Böyle buyurdu zerdüşt" sayfa 226...

"Kişi kendini sevmeyi, sağ ve salim bir sevgiyle sevmeyi öğrenmelidir. Kendine katlanabilsin, sağda solda sürtmesin diye"

"insanı açığa çıkarmak güçtür, hele kendi kendini açığa çıkarmak daha güçtür; can üstüne sık sık yalan söyler ruh. Böyle gerektirir ağırlığın ruhu"

Evren'den Pınar'a bir kapak daha... Bu da bana ders olsun

"living in limbo, load up the wagon
next stop is somewhere where something will happen
oh packing, unpacking, sleep in a bubble
if things are changing the difference is subtle"






27 Nisan 2015 Pazartesi

Thy bizi Nepal'den özel uçakla aldı eve getirdi rüyası...

Bu yazının baska bir girişi vardı.. Kathmandu'ya ilk indiğimde otelin bahçesindeki bambu sandelyede otururken, elimde kahve, huzurlu bahceye bakarken, gülümseyen insanların arasında yazılmış...
Insanın başına ne geleceğini bilmemesi ve unutma yeteneği en büyük yaşama araçları diye dusunuyorum. Guzel bir bahcede otururken ertesi gün yaşayacağınız kabusu bilseniz birtek mutlu aniniz bile olmazdi... Genede yasadigimiz depremin bir şanssızlık olduğunu düşünmüyorum. Tam tersine 7,9 buyuklugunde bir depremden sağsalim kurtulup, birgün sonra evde olabilmek kadar kucuk bir olasiligin gerceklesmesi ancak buyuk bir sans sayesinde olabilir.

Neresinden başlanırki anlatmaya... Takılıyor kelimeler... Maymun tapinagindan eve yeni gelmis tam evde yayilmistik... O merdivenleri tirmanirken o kadar yorulmusuz ki...  Önce hafif bir sarsinti oldu. 9 katli bir binanin üçüncü katında kalıyorduk. Traktör falan geçiyor sandık önce, sarsıntı devam edince birbirimize bakmaya başladık.. Deprem? Burada? Şimdi? Ben sehpanın altına girdim.. Hazal masanın... Gülen ne hikmetse pencerenin yanını kolon farzetmiş, Elvan kapının önünde dikiliyor... Sehpanın altından "masanın altına girin" diye tekrarlamaya başladım... Bilmem kaçıncı tekrardan sonra Elvan duydu masanın altına girdi, gülen onu gördü o da masanın altına... Sonra gülen bitsin çıkıcaz diye tekrarlamaya başladı. Ama bitmiyor... Bitmiyor.. Bitmiyor.. Ne kadar sürdü hala bilmiyorum ama bitmedi... Eşyalar düşüyor, evin heryerinden ayrı sesler geliyor, en son duvardan düşen bir kütle hatırlıyorum... Sonrasında merdivendeyiz bitti galiba... Hazal ayakkabılarını almadan en önce fırlamış, kızlar ayakkabıları aldılar onları görünce bende... Merdivenlerden iniyoruz ama merdivende bitmiyor... Dizlerim titredi derler ya evet titriyormuş... Merdivenler bitmedi... Artık binanın önündeyiz birileri ağlıyor binaya bakıyoruz... Sonra yerden bir sarsıntı daha... Yolda duruyoruz zaten ne olabilir ki.. Yok yolda da duramıyoruz.. Nasılsa bu sarsıntı ayaktayız ama duramıyoruz yerle beraber sallanıyorsun... Ikinci sarsıntı da bitti.. Binanın üst katlarından hala insanlar iniyor. Biz hızlı davranmışız ilk sarsıntıdan sora inmişiz. Hikayeleri  sonra duyuyoruz birisi asansörde yakalanmış hala titriyor, üst katlar yanlara da salınmış kaymamak için kapılara tutunmak zorunda kalmışlar, bir kadın akciğer kanseriyim diyor sonra bir sigara alıp yakıyor, bir kepenk kapanıyor herkes zıplıyor, en ufak sese hassasız. Hayır zaten açık havadayız daha da gidecek bir yer yok ama acayip bir ruhhali. Nepal'li görevliler çok profesyonel, muhtemelen ilk depremleri ama yapılabilecek herşeyi en doğru şekilde yaptılar. Ilk anda su ve bisküvi geldi beklediğimiz yere. Dört beş saatlik bekleyişin ardından görevliler eşyaları sırayla alabilirsiniz dediler. Binaya tekrar girip eşyaları kurtarma operasyonu yapıyoruz. Önce plan; kim nereye girecek, hangi eşyaları alacak. Hazal'a sen kal diyoruz ama kendisi yangın merdiveninde. Evet odanın hemen yanında yangın merdiveni varmış. Biz normal merdivenden inmiştik. Odaya gelirken bir baksaymışız keşke. Hazal çoraplarla cam kırıklarına basmamaya çalışıyor. Benim görevim bizim odadaki valizleri almak. Normalde iki elimle ancak taşıdığım valizi bir elime alıyorum, diğer valizi diğer elime merdivenlere koşuyorum. Adrenalin sen nelere kadirsin! Bir anda on kaplan gücüne ulaşmışım... Plan tamam. Eşyaları da aldık biraz huzurluyuz. Ayakkabı, mont deyip geçeriz oysaki ne kadar önemliymişler. Sokakta toplandık, aramızda on günlük bir bebekte var. Böylece saatler geçti. Akşam sokakta sabahlarız diye düşünürken otel görevlileri size bir yer ayarladık dediler.

Hotel vajra... Hayatımda gördüğüm en sağlam bina. Korkudan gece 4e kadar giremedik odaya ama 7,9 gördü ve bir çatlak bile yok. Holdeki resim yamulmuş dedik ama meğer öyle asılmış. Depremin izi bile yok. Oda'da artçılar geliyor avize bile sallanmıyor nasıl sabitlemişlerse. Nepal'e ilk ulaşınca bize gelen mesajdan konsolosluğu aradık, nepale en yakın Hindistan konsolosluğu, ne zaman arasak ulaştık kendisine, bizi Fahri konsolosa yönlendiriyor.

 Uçağa ulaşma kısmımız hikayenin deprem kadar yıpratıcı kısmı benim için. Fahri konsolos bizi otelden arıyor: Yarına THY uçuşu varmış, uçakda gelmeyenler olursa sizi aldırmaya çalışacağız diyorlar. Seviniyoruz... Kesin değil ama olsun bir umut. Yarın akşama istanbulda yemek planı yapılıyor. İstanbula varana kadar bizi ayakta tutan şey " akşama yemek planımız var" muhakkak gitmemiz gerek. Sabah 7 de uçak, 5 gibi çıkmamız gerek. 5te Fahri konsolosu arıyoruz ulaşamamış Thy'ye yıkılıyoruz. Uçak 7de bitti bu iş... Kaldık burada. Saat 7 falan Elvan geliyor telefon hatları artık çekmiyor diyor. Oteli de arayamazlar. Internette gitti... Bitti diyor... Yıkılıyoruz... Elvan'ın cümlesi biter bitmez telefon çalıyor. Evet filmde değiliz. Ama tam cümle bitince telefon çalıyor. Açıyoruz Fahri konsolos. Havalimanına gidin sizi priority liste alacak diyorlar. Uçuyoruz.. Resmen uçuyoruz valizler zaten hazır, kapalı. Havalimanına Vardık uçağın saati geçti zaten ama ne zaman kalkacak bilmiyoruz hemen içeri girmemiz gerek. O da ne yüzlerce insan valiz kapı? Kapı nerde? Yok hayatta giremeyiz biz buraya... Yıkılıyoruz. Meğer herkes dışardaymış kalkacak uçağın adını söylüyorlar o yolcular sadece giriyor. Bütün o medeni Avrupa ülkesi insanları birer vandala dönüşmüş. Ama en vandalları Fransızlardı, haklarını yemeyeyim. Itiş kakış izdaham... İçerdeyiz... Nasıl oldu... Hatırlamıyorum. Inanamıyoruz akşama istanbuldayız... Hindistan konsolosunun yönlendirdiği Fahri konsolosun yönlendirdiği havalimanında çalışan bir kadın bizi buluyor. Checkin sırasındayız rüya gibi. Kadın biletimizin olmadığını öğreniyor. Gülen Etopya'da yaşıyor Addisababa'ya dönecek. Elvan Shangai'da yaşıyor Shangai'a dönecek. Bizim biletler thy değil ve hepimizin biletleri 02/05. Bugüne biletimiz olsa zaten kimseyi aramaz havalimanına gelirdik. Turkiye Cumhuriyeti bizi kurtarıyor depremden sanıyorduk? Ama biletimiz yok... Biletli yolcu kurtarma operasyonu? Yıkılıyoruz... Önce bilet alın diyorlar, THY'nin dandik call center numarası. Türkiye'de bile işini zor halledersin gelde "lütfen hatta bekleyin" makinesine "deprem" de... "acil" de..."Hayatmemat meselesi" de... Uçağın saati geçtiği için bilet satamıyorlar. Bize bilet alın diyen thy kathmandu yetkilisi Mehmet bey saati geçmiş uçağa Türkiye'den bilet satılacağını söylemişti oysaki... Çöke çöke dibe vurduk... Kadın onu arıyor bunu arıyor benim acentamdan alın diyor o da olmuyor... Gözümüzün önünde çoğu zaten Avrupa vatandaşı yolcu alıyor boarding pass'i Türk hava yolları bizi almıyor bir türlü. Son çırpınış call centerı arıyorum yalvarıyorum resmen bir yetkiliyi arasınlar diye. Buradaki Mehmet beye biri talimat versin alsın bizi de... Acil durum numarası falan yokmu sizin ulaşacağınız bir yetkili... Yok... Buradan tekrar o otele nasıl gidilir... Uçak dinindeyken binemeyip nasıl gidilir... Ağlayamıyorum bile çöktüm işte... Herkes gitti zaten bitti buraya kadar derken kadın bekleyin biraz daha diyor umutlanıyorum hemen... Kadının eliyle gel işareti yaptığı an... Mutluluktan uçuyoruz... Gidiyoruz kontuara THY görevlisi nakit ödeyin diyor tamam diyoruz ne kadar? Kişi başı 1000dolar! 4 kişiyiz 4000dolar!!! Kredi kartı geçmiyor nakit 4000dolar! Zengin gösteriyoruz galiba. Hiç açık bankaya benzeten olmamıştı! Yanımızda zaten 4000 dolar nakit yok. Gülen dayanamıyor artık. "Binmiyoruz Türk vayandaşıyız, Buda Türk hava yolları ama" Çökecek ruh hali bile kalmadı. Görevli kadın Mehmet beyi tekrar arıyor. Mehmet bey artık gülenden mi etkilendi, bir an insafa mı geldi bilinmez bize bedava bilet veriyorlar run forest run! Sevinemiyoruz bile artık. Gülen ufak bir bayılma emaresi gösteriyor ama toparlıyoruz... Biz limandayken birkere daha vuruyor. Uzaktan bir bina daha yıkılıyor herkes koşuşuyor. Allahım kurtar artık bizi buradan... Uçaktayız...
Uçakta en az on kişilik boş yer var! Bu vicdansızlığa kalbim sızlıyor. Son deprem 6,9muş, az kalsın uçak bizsiz, boş kalkacaktı ve biz depreme arabada yolda yakalanacaktık. Şuan yaşıyorum evimdeyim çok mutluyum ama bu yazıyı yazmam gerekiyordu. Orada hala insanlar var ve thy boş koltuklarla uçuyor. Umarım bu yazı bir yetkiliye ulaşır ve insanları boş koltuklara ücretsiz alır THY. Bugün gazetelerde gördüğüm THY uçak yolladı haberleri umarım gerçek olur.