25 Mart 2011 Cuma

Güzel bir günün sonrasında taksimdeydim gene. Mekan aynı olsa da bazen sen aynı değilsindir ve herşey bir başka gelir ya.. Ya da herşey o kadar hızlı değişiyordur ki bir süre gitmesen bir başka bulursun. Taksim'de bu akşam benim için  bir başkaydı.

Yolda ilk karşıma çıkan Demirören alışveriş merkezi oldu. Yapılırken o paravanların arkasından bile bana çok çirkin gelen bina'yı kocaman karşımda görünce nefretim daha da arttı. Sanki etrafındaki herşeyi yutmuş yemiş üstüne ğstlük kocaman kapılarından içeri giren insan seliyle bana meydan okuyor. Daha da acısı demirörenden önce ne vardı orada hatırlamıyorum. Sanki anılarımı geçmişimi bir yerden siliyorlar ama yanlış anıları siliyorlar. Merak her zaman ki gibi galip geldi ve hayal kırıklığımı perçinlemek için binanın içine girdim. Ufak bir tur sıkılmama yetti. Çıkışta film festivali için kitapçık almam gerekiyordu ve ayaklarımın beni emek sinemasına giden sokağa soktuğunu farkettim. İçimi tekrar hüzün kapladı. Emek sinemasının şimdiki yıkık dökük haline bakıp kaç film festivalinde önünde kuyruklarda beklediğim yer olduğuna inanmak çok zor. madem sokağa girdim dönmeyeyim kitapçığı sinepop'dan alayım dedim. Ama sinepop'da satmıyormuş çünkü festival'den çıkarmışlar. Gişe'deki kadın tersleyerek cadde üstündeki sinemalara bak dedi ve anladım ki biz gitmezsek sinepop'da yakında kapanacak. Kendimi tedavülden kalkmış para gibi hissettim. Şunun şurası, azıcık yuvarlamayla,30 senelik ömrümde burayada eskiden gelirdik diye bileceğim hiç bir yer kalmamış taksimde. Ben ki tüm üniversite hayatını taksimde geçirmiş, senelerce cihangirde oturmuş insan benim mahallem benim sinemam benim kafem bile diyemiyorum hemde taksim gibi tarihi dokusu olan bir yere. Roma'da Paris'de Barcelona'da insanlar dedesinin dedesinin döşediği kaldırım taşlarında yürürken benim kaldırım taşlarımın bile en eskisi 5 - 6 senelik. Şehrin tarihi olmadan benim nasıl olacak ki? Böyle işin içine.. diyerek demirören'e geri döndüm ama tuvaletleri henüz kullanıma açmamışlar. Aslında iyi oldu demirören, taksimde ciddi bir halk tuvaleti açığı vardı.

Taksim'i, nergis kokusunu, eski dostları, güzel müziği, yeni aşkları, koyu muhabbeti, dolmabahçenin yanındaki parkta arabada çay içmeyi, özgür olmayı, gece yarısını seviyorum..

Emek sinemasını, beşiktaş iskele yanındaki çaycıları, taksim'e 20 kişi gelip, 15 kişi bir eve tıkışmayı, sohbet etmekten uyuyamamayı, alman bira evinde camellion dinlemeyi, madrid tayfasını, taksim'in mağaza dolu olmadığı zamanları, arnavut kaldırımları, cep telefonu yokken tramvay durağında buluşmayı özlüyorum

2 Mart 2011 Çarşamba

Bir kararsızlık yazısı...

Bir karar vermen gerektiği zaman ne yaparsın? Getirin diyorum sihirli küremi, çağırın müneccimbaşını iki kemik atsin, versin kararı. Ne uykusuz geceler, ne karın ağrıları..

Bir karar vereceğim zaman önce o kararla yaşamaya başlıyorum. Rolüne hazırlanan tiyatrocular gibi; kendimi kararin icinde eritiyorum. Hata yapma korku eşiğim o kadar yüksek ki yemeden içmeden kesilmişliğim bile vardır. Hani derler ya; liste yap; + larını - lerini yaz. Bilgisayar programcilarimizi göreve davet ediyorum kader programını yazsınlar. Ben aklımdan geçenleri yazayım bilgisayar hesaplasın. Çünkü + ve - leri yazdıktan sonra bile hangisinin ağır bastığına karar veremiyorum. Bazen de vermem gereken karar çok açık olduğu halde, bir çocuğa bile anlatsan "tabi ki bunu seç" diyeceği kadar net durumlarda bile vazgeçme cesaretini gösteremiyorum. Vazgeçme fikri biraz yenilmeyi çağrıştırıyor galiba bana.. Ya da fazla çalışan empati bezlerim yüzümden bunu söyleme cesaretini gösteremeyebiliyorum.O yüzden de iste tam o son nokta da, karar anında bir "enter" tusu gerek bana, değişiklikleri kaydetmek istiyormusunuz diye tekrar sormayacak bir program gerek. Enterdim bitti..

Bir dönem Samuel Becket'ın etkisinde kalmıştım ondan olsa gerek. Godot'yu bekler gibi bekliyorum.. Hani karar bana sormasın da kendi kendini gercekleştirsin diye. Zaten sonunda ben ne kadar eylemsizlik için dirensem de su yolunu izliyor. Madem olayları akışına bırakacaktın ya da her sey olacağına varacaktı ne diye uyumadın, stres yaptın, kendini üzdün ? Bu durumun nedeninin evrimle beraber genlerimizde kalan hayvansal icgüdüler olduğunu düşünüyorum. Mesela depremi önden hisseden köpekler gibi uyumayıp bütün gece huzursuz huzursuz dolanabiliyoruz, ya da yılanlar gibi kabuk değistiriyoruz yıllar içinde. Muhtemelen onlarınki de bizim gibi sancılı oluyordur. Ama bir kere yeni derimize kavuşunca bizden güzeli yok. Bir sekilde kedi gibi dört ayağimizin üstüne düşüp, bizi öldürmeyen şey güçlendirir diye tumturaklı sözler buluyoruz. Belkide kedilerin kemikleri de düştükçe güçleniyordur, karetecilerin ellerini hissizleştirip tuğlaları kırabilmek için duvara attıkları yumruklar gibi.


Delphi Antik şehir rekonstrüksüyon
 Beni güçlendireceğini bilsem de düşmek istemem şahsen ben, eski Yunandaki gibi kahinlere danişmayi tercih ederim. Adamlar yüzyillar önce çözümü bulmuşlar, sistemi kurmuşlar: cok önemli kehanet merkezleri var Delfi ve Dikili'deki tapınaklar gibi. Herkes bir karar vereceğinde aynı yere gidip danışıyor. Düşünün adamların elindeki bilgi birikimini. Mesela Mısırda isyan başlatmayı planlayan direnişçi de, Mısır kıralı'da aynı kahine gitse. Kahinler krala şunları şunları düzeltmezsen isyan çıkacak, ülkeden ayrılmak zorunda kalacaksın deseler. Ne olurdu acaba o zaman? simdi olsa kral güler geçer ama eskiden insanlar kahinlerin sözünden pek de çıkmazmış, belki de dinlerdi? Bence bu senaryonun sonunda olsa olsa Amerika gelir, tapınakdaki rahiplere özgürlük vermek için tapınağı yıkar yerine de benzin istasyonu açar.

Bu kadar laf salatasının sonunda benim bir kararım var mı? Hayır, bekle ve gör.. Karnın agrırsa tatlı ye, uyuyamazsan film izle...

Faydalanana bilgi: Sultanahmette bulunan yılanlı sütun aslında Delpfi'deki Apollo tapınağındaydı. Sütun'da bulunan üç adet yılan kafası tripod vazifesi görüyordu ve üstlerinde altın bir kase bulunuyordu. Sütun, Platea savaşında yenilen Pers ordusunun savaş meydanından toplanan silahları eritilerek yapılmıştı